Quantcast
BİZANS OYUNLARI – Bir Sanayi Casusluğu Hikâyesi: İpeğin İstanbul Yolculuğu – Belgesel Tarih

Özdenbekir KARAKAŞ
Özdenbekir  KARAKAŞ
BİZANS OYUNLARI – Bir Sanayi Casusluğu Hikâyesi: İpeğin İstanbul Yolculuğu
  • 29 Ekim 2020 Perşembe
  • +
  • -
  • Özdenbekir KARAKAŞ /

Loading

Avrupa’da imparatorluk tarihi (eski dünyanın tamamı için diyebiliriz) bazı emtialarla şekillenmiştir. İpek’te altınla beraber bu emtialardan biridir. İlk üçün içine rahatlıkla girmektedir. Roma tarihi, İran tarihi, Türk Tarihi, Arap tarihi “ipek” olmaksızın çok gösterişsiz hatta anlamsız kalır dersek yeridir.

Çin’in altın madenidir ipek. Bir medeniyetin zarafetinin bayrağıdır. Biliminin elbisesidir. Sanatının estetiği, dokunuşudur. Çin kültürünün teni ipektir.

Çinlilerden başlayarak, İstanbul’a geliş hikâyesine gelmeden önce “ipek” kelimesinin yolculuğuna biraz bakmamız gerekmektedir.

Türk dilinde ipek kelimesinin ilk geçtiği kaynak; Türkçe üzerine yazılmış ilk eserlerden biri olan İbn Mühennâ Lûgatı’dır. Bu kaynakta “yipek” veya “yipak” olarak geçmektedir. “yip” kelimesi “ip” karşılığı ve  “+ak” ön ekiyle türetilmiş olabileceği üzerinde durmaktadır Türk dili uzmanları. “Yip” kelimesi Eski Türkçe de günümüzdeki “ip” kelimesidir, eski bir Uygur öyküsünde “elgi erdinilig yip egirer” “elleri mücevherli iplik eğirirler” diye geçmektedir. “Yipak” denilmesinin bir sebebi de bu ürüne “beyaz iplik” deniliyor olması olabilir.

“…Orta Asya kavimlerinin dilleri ipekle ilgili kelimeler açısından zengindir. Orhon yazıtlarında geçen kutay kelimesi “ipek” olarak çevrilmiştir. Kâşgarlı Mahmud, Türkler’in ipek karşılığı kullandıkları bazı kelimeleri verir. Meselâ ağı “ipekli kumaş”, ağıcı “ipekli kumaş muhafızı, hazinedar” anlamına geliyordu. Barçın yine “ipekli kumaş” demekti; yolak barçın ise ipeğin çizgili veya şeritli olanı idi. Bunlar İran’da üretilen ve ikat denilen türden kumaşlar olmalıdır. İbrişim ve ibrişim teli karşılığında çikin, çikin yipi kelimeleri kullanılmaktaydı. Kâşgarlı Mahmud değişik Çin ipeklilerinin adlarını da vermektedir. Orhon metinlerinde ve Dîvânü lugāti’t-Türk’teki bazı örneklerde ipeğin aldatıcı cazibesine dikkat çekilmektedir.”1

Günümüzde ipeğin Latince bilimsel adı “Sericum”, Farsçaya “Sere” (beyaz –ipekli- şerit)  olarak geçmiştir. Sericum teriminin Romalıların Uzakdoğulular için kullanmış olduğu “Serum” kelimesinden gelmektedir.  Arapça da ipek kumaş manasında “Serak” terimi kullanılmaktadır. Fakat İslami kaynaklarda “Harîr” kelimesi ile de anılmaktadır.

Çin tarihini M.Ö. 1450lerden itibaren Shang Sülalesi ile başlatabilmektedir. Bu tarihten itibaren olan Çin tarihi aydınlıktır ve okunabilmektedir. Tabi sağlam olmayan birçok Çin kaynağı bu sülalenin başlattığı tarihi M.Ö. 1770lere kadar götürür fakat böyle bir tarihleme doğrulanamamıştır. İşte ipeğin tarihini de bu kadar eskiye götürülebiliriz. O dönemin Çininin ipekli kumaşları vardı. Bu yüzden ipek tarihi daha eskisi tarihlere kadar götürülebilir. İpek böcekliğinin Güney Çin’den geldiğine şüphe yoktur; ve eskiden yalnız ipek böceği tırtıllarının iplikleri değil, başka tırtıllarınkini de kullanırlardı. Bulunan ipekli kumaş bakiyeleri, dokumacılık tekniğinde büyük bir gelişme göstermektedir. (2)

İpeğin tanrıçası Lei-tsu

İpek en başından beri kadındır, kadınsıdır. Atası da kadındır. Bizans’a gelene kadar hep kadın olmuştur. Bütün Asya da kadınların elinde yaratılmış, yüceltilmiş ve üretilmiştir. Bir dişi şehirde en başta erkeklerin elinde kalınca pek başarılı olamamış sonrasında kadın eli değince Bizansın ipeği “kemha” ortaya çıkmıştır. İstanbul ve Bursa Çin kopyası iken, “kemha” Anadolu Romalı kadınının eseridir. Desenleri kimi zaman Farstan etkilenir, kimi zaman ta Roma şehrine, Atinalara selam çakar. Ama dokuma tekniği bile kendine Bizans’ın kadına özgüdür. Öncesinde Türklerden Bizans evlerine giren ipek kumaş sonrasında görürüz ki, Sasani motifleriyle bir kemha kumaşından elbise Türk çadırına Türk kadınının üstünde girmektedir.(3)

Niye kadındır İpek? Çin’in ilk efsanevi imparatoru Huang-ti zamanında baş cariyesi Lei-tsu’nun ipek ipliğinin üretimini, ipek ipliği nakış işlenmesi ve kumaş dokunması tekniklerini geliştirdiğini anlatan birçok hikâye –rivayet- mevcuttur. Baş cariyenin ismi ne olursa olsun Lei; arazi, kadın ve ipek manasında, tsu; ata manasındadır, o kadını onurlandırmak adına “İpeğin Atası–Anası-” denilmiştir. İlerleyen zamanlarda Çinin en önemli değerlerinden biri olacak olan İpek, bir süre sonra tüm Asya ekonomisini yönlendirecekti, Hanedanlar sonrasında İpek için vergi koyup gelir elde etmekle kalmadılar aynı zamanda ipeği takas hatta vergi ödemesinde kullandılar. İpek artık zenginlik simgesiydi. Altın gibi değiş-tokuşta bile kullanılıyordu. İthal etmek zorunda kalan İmparatorlukların ekonomilerini silip süpürebiliyordu.

Özel bir üretim şekli olması sebebiyle tarihte en fazla sanayi casusluğuna uğramış emtia ipektir. Çinin Güneyinden Kuzeyine gelmesi bir maceradır. Kuzey Çinlilerden Ön-Türklere geçişi apayrı bir hikâyedir. Fars topraklarına getirilmesi tam bir casusluk entrikası sonucudur. Aynı bunlar gibi Konstantinopolis’e getirilmesi çok maceralı ve zahmetli olmuştur.

Bu maceranın başlangıcı 542 senesidir. Konstantinopolis Kutsal Patriği Menas Kiliseyi doğuya doğru büyütmek istemektedir. Roma kilisesi ile rekabeti doğuya yayma planları vardır. Zaten İmparatorluk doğudan gelen barbarlarla pek de iyi olmayan temaslar kurmuştu. Ve tüm batı doğudan gelen ürünlere hayrandı. Bu ürünler geliyor, tüm birikimleri götürüyor. Yani Hıristiyanlığın zenginlikleri doğuya akıyordu. Manastırlarda misyonerlik yapmak isteyen çok sayıda inançlı insan vardı. Patrik bu düşüncesini Roma İmparatoru Büyük Jüstinyen’e anlattı. İmparatorluk özellikle ipek için çok yüklü ödemeler yapıyordu, doğudan ipek kumaş getiren tüccarlara. Jüstinyen Patriğe Çine de misyoner yollaması gerektiğini söyledi. O da kendi düşüncesini anlattı. Çin’den ipek yapmayı öğrenebilecek oradan bu iş için gereken şeyleri (ipekböceği ile ağacın tohumu) getirmeyi başaracak birini göndermesini istedi. Patrikhane bir seçim yaptı ama en ebleh papaz seçilmişti. Çok büyük operasyon işi eline yüzüne bulaştırdı. Seçilen papaz bugün Sincan Özerk Bölgesinde Shànshàn zhèn de dönemde bulunan yerleşim yerine kadar ulaştı. İnsanlarla iyi ilişkiler kurdu, gittiği dönemde hem Çin de karmaşalar, siyasi belirsizlikler vardı. Hem de Kuzey de Türk boyları sürekli çatışma halindeydi. Olayların orta yerine gitmişti papaz, tabi olarak bunu bilmesine imkân yoktu. Bu karışık dönemde bile Çinliler ipek üretimi ve ipekböceği konusunda çok hassastı. İki hanedanlık birbiriyle çatışırken bile iş ipek olunca ortak hareket edebiliyordu. Bir yabancının oradan bu ipekböceğinin ağacının veya ipekböceğinin kendisini çıkarması pek de kolay değildi. Papaz yöre ahalisi ile çevreyi dolaşıyor, bir yandan onların dillerini öğrenmeye anlamaya çalışıyor, bir yandan da ipek işini kolaçan ediyordu. Papaza “Fu-lin” diyorlardı. Aslında Çin kaynaklarında da Bizans için “Fu-lin “ deniliyordu. Bu arada “Fu-lin” Çinli yetkililer tarafından göz ucuyla takip ediliyor. Gerekli yerlere rapor ediliyordu.  Bundan papazın haberi var mıydı bilinmez, Çinli yetkililer kendisinden haberdardı. Bu arada yıl 544 sonları olmuştu. Artık dönme vakti gelmişti. Yol da uzundu. Çinlilerde aslında Batıdan bir şeyler alıyorlardı özellikle cam işçiliğini batıdan çaldılar diyebiliriz. Bunun yanında Çin coğrafyasında yetişmeyen kimi tıbbi bitki ve baharatları da onların tüccar görünümlü casusları Çin’e taşıyordu. Nar mesela Çin coğrafyasına böyle gitmişti.

Bizans İpeği Örneği

546 yılının Bahar ayında Papazımız, Konstantinopolis Neorion Limanından giriş yapmıştı. İyi bir Hıristiyan olarak İsa’nın sözlerini yaymak bir yana İsa’nın tahtına da hizmet etmiş, o Çinli barbarlara ödedikleri paralardan Hıristiyan kardeşini kurtarmak için insanüstü gayret sarf etmişti. Gerçekten de öyle miydi? Papaz efendi, ilk olarak manastırına gitti. Birazcık dinlendi. Sonra Mese yolundan doğruca Patrikhaneye yöneldi. Aziz Patriğe döndüğünü haber verecek, verdiği görevi yerine getirdiğini müjdeleyecekti. Belki bu yaptıklarından sonra öldükten sonra Aziz bile ilan edilebilirdi. Fakat büyük bir manastır veya Kiliseye başpapaz olarak atanacağı kesindi. Patrikhanede Patrik ve diğer Piskoposlar, Patrikhanenin diğer görevlileri coşku ile karşıladılar. Biraz sohbet, seyahat anılarından sonra Büyük Saraya haber yollamaya ve müjdeyi bizzat Patrikle beraber verebilmesi için papazın dönüşü haberi iletildi. Oradan gelecek cevap heyecanla beklendi. Jüstinyen hiç bekletmeden hemen kabul etti, bu yüce gönüllü hizmet eri Papazı. Taht kabul (Büyük Salonda) ayakta karşıladı. İmparatoriçe Theodora da oradaydı. Papaz başından geçenleri büyük bir heyecanla anlattı, İmparatorun da dostluğunu kazandığından dolayı çok mutluydu. Ve yanında getirdiği tohumları gösterdi.

Bir şekilde giriş çıkışları denetleyen görevlilerin dalgınlığından faydalanıp, kendi söylediğine göre avucunun içinde saklayarak geçirmişti. Hepsini tek elinde sakladığı için de birbirleriyle karışmıştı. Aslında hangisinin tohum, hangisinin ipekböceği olduğunun da pek farkında değildi.

Jüstinyen bu iş için ideal yer neresi olabileceğini sordu. O da gidip bu tohumları elde ettiği yeri anlattı. Dereleri anlattı, bir çağlayanı bile vardı o yerin. Toprağı yumuşak ve hoştu. Havası yumuşaktı. Güneş alıyordu. Jüstinyen hemen Saray görevlilerini çağırdı. Anlatılan niteliklere uygun bir yer bulunmasını emretti. Bir iki gün içinde görevliler müjdeli haberle dönmüşlerdi. Semystra‘nın (Bugünkü Kağıthane) deresini besleyen “allilouchía” (bugünkü Çağlayan) önündeki büyük düzlük uygundu. Burada yılda bir defa çok eski zamanlardan beri Bahar şenliği (Hıdrellez benzeri şölen) yapılıyordu. Saray hemen görevlilerle Patrikhaneye ve Papaza haber gönderdi. Büyük törenle Jüstinyen Haliçten sonra büyük İmparatorluk kayığı ile dereden Semystra’ya gelmiş, sonra düzlüğe çıkarılmıştı. Papaz tohumları toprağa ekti, İpekböceklerini yatağına yatırdı (bu düzlük bugün Şişli-Mecidiyeköy arasında Abide-i Hürriyet Anıtının bulunduğu bölgedir. 1930lu yıllara kadar bu bölge hâlâ dutluk idi. Bugün eser kalmamıştır o dutluklardan). Tabi sonra anlaşıldı ki tohumları ipekböceği yatağına yatırmış, ipekböceği kozalarını ekmişti. Ebleh Papazın bütün beklentileri hayal oldu. Yalan konusu oldu. Onca yıllık umutlu bekleyiş hayal kırıklığı ile yitip gitmişti.

Bizans İpeği Örneği

Saray şoku çabuk atlattı. Patris Menas saraya çağrıldı. İmparator Patrikhanenin adayları arasında seçimi kendisinin yapacağını belirterek, aday belirlemesini istedi. Jüstinyen bu sefer işi şansa bırakmak istemiyordu. Kilisede bu işin dışında kalmak istemiyordu. Zaten Jüstinyen de bırakmak istemiyordu. Çünkü böyle büyük bir kazancı Kilise desteği olmadan (ortağı olmadan) hiçbir taht sahibine yedirmezdi Yüce Kilise.

546 yılının Eylül ayının herhangi bir gününde Sarayın kapısının önünde onlarca cübbeli papaz toplanıyordu. Patrik biraz hastaydı yerine Başpiskoposlardan biri olduğu halde Saraya alındılar. Uzun koridorda toplandılar. Jüstinyen’le Theodara yanlarında birkaç Saray görevlisi ile hızlı adımlarla bu Papaz adaylarının yanına geldi. Theodora’nın pek umudu yoktu o ordudan genç subayların gönderilmesini istiyordu. Jüstinyen kiliseyi yanına almak fakat ordunun da buradaki kazancın kokusunu almasını istemiyordu. İçlerinde Lykos’lu (bugünkü Bayrampaşa deresinin adı ve o isimli köy) bir genç papazla, kendisi gibi Toresium (bugünkü Üsküp) lu orta yaşlı papaz da karar kıldı. Gitmeden önce o ebleh papazdan seyahat hakkında bilgi almaları emri verildi. Bir manastırda kendini unutturmaya çalışan kısa süreli kahraman papaz, bildiklerini hatırladıklarını tanıştıklarını kişilerin adlarını bu iki seyyah misyoner papaza iletti. Bu zavallı papazın son defa hatırlanmasıydı. Tarih bile unutacaktı.

Yolculukları hayli zahmetli geçti. Bu yeni “Fu-lin”leri de biraz şaşkınlık biraz da hayranlıkla karşıladılar. Bu iki papaz yöredeki hem Çinliler hem de Türklerle dostluklar kuruyordu. Bu sefer hem Çinliler, hem Türkler hem de Soğdlar takip ediyordu. Böyle sık ziyareti pek beklemiyordu buradaki yöneticiler. Fakat bir önceki için hiç olumsuz bir istihbarat gelmemişti (doğal olarak başarısız olan casusluktan haberleri yoktu). Gitmeleri gelmeleri yaklaşık üç dört yıl sürdü. Takvimler büyük olasılıkla 541 tarihini gösterdiğinde bu misyoner casus Papazlar Liman Portus Novus (Yeni Liman) dan giriş yaptılar. Yanlarında konu ile ilgili notları ve yanlarından ayırmadıkları asalarıyla beraber muhteşem kente giriş yaptılar. Tam bir Balkanlı kurnazlığı yapmışlardı. Asalarının içini asaların altından oymuşlar, Lykoslu Dut ağacının tohumunu,  Toresiumlu İpekböceği kozalarını asalarına yerleştirmişti. Böylece birbirlerine karışmamış ve aralarında işbölümü yapmışlardı. Lykoslu dut ağacı yetiştiriciliği nasıl bakıldığı, yaprakların nasıl hazırlanıp ipekböceklerine verildiğini öğrenmiş iyice bellemişti. Hatta dut meyvesinden yapılabilecekleri bile öğrenmişti. Toresiumlu meraklı bir din adamı gibi hissettirmeden İpekböceği ve İpek üretimiyle ilgili her şeyi bellemişti. İncillerinin içine dua yazarmışcasına notlar almışlardı. Unutabilecekleri şeyleri not etmişlerdi. Hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyorlardı.

Sarayın bu işe karar vermesinin üstünden tam dokuz yıl geçmişti. Bu sefer papazlar başarmış gibi görünüyordu. Sarayda Jüstinyenle görüştüler. Belirlenmiş aynı yerde işin yapılmasına karar verildi. Bu sefer büyük törenler yoktu. İki papaz bu işin sorumlusu oldular. Bugünkü Ayazağan’ın yakınlarında bir yerlerdeki Ayazmanın olduğu yere bir Manastır yapıldı. Papazlar burada kalıyor, Manastırdaki herkes Dutlukla ilgileniyordu. Tohumdan fidanlar yetişmiş, ipekböceği kozaları çoğaltılmıştı. Artık VI. Yüzyılın sonlarına doğru Bizans ipek üretiyordu. Konstantinopolis ipek üretilen yerlerden biri olmuştu. Üretim hiçbir zaman bırakın halkı, Sarayın, Kilisenin ve Soylularının ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde olmadı. İpek yine önemini koruyordu, fakat hiç değilse artık Romalılarda İpek piyasasının üretici aktörlerinden biriydi.

Katolik Latinlerin Konstantinopolis’i işgaline kadar, başkent İpek üretiminin de baş şehri oldu. İşgalle beraber Roma sarayı İznik’e giderken bütün ipekböceklerini yanlarında götürdüler. Bursa’da başladılar, ipekböcekçiliğine. Dut ağaçları Katoliklerde kalmıştı ama, İpek dut ağacından toplanmıyordu.  Sonrasında Selçuklular bir koldan, Bizanslılar bir koldan Anadolu da farklı merkezlerde ipek üretimine devam ettiler. İpek çok uzun süre önemini korudu. Bugün bile zarafetini, estetiğini koruduğu gibi.

Yukarıdaki hikâyeleştirilmiş, fazlacası efsaneleşmiş anlatının birçok yerinde efsanelerde olduğu gibi abartmalar, yanlış bilgiler bulunmaktadır. En başta şu belirtmek gerekir. Çinin elinde olan tekel diyelim “ipek iplik” üretimi ve teknolojisi idi. Bugün İpekyolu dediğimiz yoldan gelen kervanların çok kere getirdiği İpek iplikti. Doğal olarak dokunmuş kumaş da geliyordu ama çoğunlukla iplik geliyordu.

Değerli tarihçi ki kendisi bildiğim Ekrem Hayri Peker, ki kendisi bildiğim kadarıyla aynı zamanda tekstil konusunda da uzmandır. Yazım için değerlendirme yaparken kendisinin bu konuda daha önce yapmış olduğu çalışmaları gönderdi. Ve İpekçilik hakkında yazımda geçen maddi hataları belirtme inceliğini gösterdi.

“Öykü çok güzel ama iki temel yanlış var.

-Dutlar hemen ağaç olmaz. Bu coğrafyada erkek dutlar çok önceden var olmalı.

-Koza tohumları 6 ay yaşamaz. Baston onları iklim farklılıklarından koruyamaz.

Efsane böyle ama gerçekliğe uymuyor. Evet tohumlar Çin’den geldi deniyor ama o dönem Çin nüfuzunda olan Batı Türkistan’dan, Fergana vadisinden gelmiş olmalı. Belki de Semerkant, Buhara, Türkmenistan. Mesafe daha yakın. Üstelik bu tohum getirme işi belki de yıllarca sürdü”.  (Ekrem Hayri Peker)

Bu tespitlerinin ekinde iki de çok güzel yazısını gönderdi. Yazıları ve tarihsel belgeleri Peker’in yazılarının eşliğinde tekrar inceleyip biraz daha Roma tarihinden gerileri gidince aslında Balkan yönetimlerinin orada bir şekilde organik bağını gözden kaçırdığımızı fark ettim. Üstad haklıydı, Doğu Türkistan çok uzaktı. Uzun süredir Çin diye kilitlenmiştik hikâyeye Romalılar tüm Asyalılara Ser(um) diyordu o dönemde. Romalıların dışındaki herkesin Romalılarca Barbar diye adlandırılması gibi. Bu hikâyeyi biraz geriye götürüp Makedon Kralı Büyük İskender’e uzattığımızda aslında Batı Türkistan Fergana Vadisi’nde sorunun cevaplarını bulabilirdik. Hala kendilerini İskender’in torunu gören insanların yaşadığı topraklar. İpek yollarının kesişim noktası. Kültürlerin dinlenme tesisiydi burası. Konstantinopolis’in ulaşması daha rahattı. O bölge ile iyi kötü bir ilişkisi vardı. Ve Sasanilerinin arka bahçesinde onların elinden bir kozu almak daha da keyifliydi.

Ziraat konusunda amatör bir merak dışında fazla bir bilgim yok. Bizans döneminde özellikle o dönemin öncesinde Anadolu coğrafyasında dut ağacı durumuna bakmak lazım. Çünkü Peker’in de belirttiği gibi kısa sürede dut ağacı yetişmeyeceğine göre öncesinde bu coğrafyada dut ağacı olmalı. Zaten varmış, mitolojiden başlayarak coğrafya dut meyvesine ve ağacına yabancı değilmiş. Roma Mitolojisinde Hikmet Tanrıçası Minerva’nın sembolü olarak gösterilen ağaç ise zeytinle beraber dut ağacıdır. Ağaçların içinde en geç çiçekleneni olduğu için erken don zararlarına uğramaması bilgelik olarak değerlendirilmiştir (4).

Yine Bizans Kültürünü oluşturan diğer kültürel yapı olan Yunanda, Yunan mitolojisinde de dut belirli bir üne sahiptir. Mitoloji Sözlüğü’nde şair Ovidius’un ağzından aktarılan efsaneye göre dut ağacı, Pyramus ve Thisbe isimlerindeki sevgililerin buluşma yeridir. Fakat tam buluşacakları saatte genç kız, ağzı kanlı bir aslan görür, korkudan kaçarken sırtındaki örtüyü düşürür ve aslan bu örtüyü parçalar. Gelen Pyramus görünen tüm kanıtlar sevgilisinin öldüğüne işaret ettiği için kılıcını çeker, dut ağacının yanma gider ve kılıcı göğsüne saplar. Fışkıran kanlar ağaçtaki dutları karaya boyar (5).

Doğu Roma (Bizans) açısından dut ağacı bütün tarihini şekillendiren Hıristiyanlık ve İncil açısından da önemlidir. Çoğu Bizans tarihçisinin belirttiği gibi Bizans Tarihi bir Kilise tarihidir. İncil de dut ağacı yine birçok babta geçmektedir.

Luka 17
Günah, İman ve Görev
(Mat.18:6-7; Mar.9:42)
5 Elçiler Rab’be, “İmanımızı artır!” dediler.
6 Rab şöyle dedi: “Bir hardal tanesi kadar imanınız olsa, şu dut ağacına, ‘Kökünden sökül ve denizin içine dikil’ dersiniz, o da sözünüzü dinler.” (6)

Yine Tevrat ‘da

Tarihler I 14: 14-15 de;
14 Ve Davud yine Allahtan sordu; ve Allah ona dedi: Onların ardından çıkmıyacaksın; onlardan dön, ve dut ağaçlarının karşısında onların üzerine gel.
15 Ve vaki olacak ki, dut ağaçlarının tepelerinde yürüyüş sesi işitince, cenge o zaman çıkacaksın; çünkü Allah senin önünde Filistîlerin ordusunu vurmak için çıkmıştır.(7)

Mutlaka ki bizim yukarıda yazdığımız hikâye gerçek olduğu iddia edilmeyecek kadar fantastik bir hikâyedir. Çünkü o dönem ki Çin Kroniklerinde bu olay hiç geçmez. Bizans, Roma uygarlıkları hatta onların sanatları hakkında birçok kayda rastlanırken böyle bir olaydan bahsedilmemesi manidardır. Ayrıca Konstantinopolis’le Çin arasında temaslarda olmuştur. Cam, seramik teknikleri konusunu da dâhil olmak üzere birçok konuda Çinli ziyaretçileri ağırlamıştır, Konstantinopolis. Hikâye fantastiktir fakat en tutulan hikâyede budur, birazda insanların mantıklı ve tutarlı olan şeyleri sevmemesinden olayların içinde bir gizem, farklılık aramasından kaynaklanmaktadır. Doğal olarak hikâyeyi alıp direkt tarihsel bir veri olarak kabul etmekte, hiç değilse tarih çalışması yapanlar için doğru olmasa gerektir.

Peker göndermiş olduğu Bizans ve Bursa İpekçiliği çalışmasında, aynı Çin de, Türkler de ve Sasaniler de olduğu gibi dokuma işinin kadınlarda olduğunu belirtmektedir. Bu parmak yapıları ve estetik algıları sebebi ile ilgili olsa gerektir. Yine Peker bahsedilen yazısında;

Doğu Roma İmparatorluğu’nda Trakya’da Arnavutluk, Prizren, Mora; Anadolu’da Bursa, Bilecik ve Amasya önde gelen ipek üretim merkezleriydi. Amasya üzerinden gelen kervanlar Bursa’ya geliyordu. Diğer önemli ipek ticaret merkezi Halep şehriydi

Bir ifade daha var aynı eserde devam eden paragrafta aslında tüm durumu açıklıyor; “Dokunan kumaşların içinde en makbul olanı ipekli dokumalardı. İpekli kumaşlara o kadar değer verilirdi ki Bizans dokuma tezgâhlarına iplik temini için bazen kullanılmış kumaşlar veya deseni beğenilmemiş kumaşlar sökülüp tekrar dokunurdu.” Evet iplik, aslında İpekyolu kervanlarıyla gelen ve Uzakdoğu’nun tekelindeki kumaş hammaddesi “iplik”, özellikle “ipek iplik”. Yani İmperium Romanum’dan beri imparatorluk kaynakları sömüren ipek kumaşın olmazsa olmazı. Dedik ya, efsaneyi yazdık diye, orijinalliğini bozmadan yazmaya çalıştık. Belki de o hikâyede ki o asalar o yöredeki ağaçların anacı idi, getirip İstanbul’daki mevcut Dut ağaçları onunla aşılandı.

Bu hikâyenin yazılması aslında 500-600 yıllarını yazma serüvenimle başladı. İş Bizans’ta Jüstinyanus dönemine geldiğinde onlarca ilginç olay, yüzlerce söylence, efsane olduğunu gördüm. Bizans tarihinin en renkli olduğu söylenen ama tüm coğrafyayı ortaçağ denilen karanlığa gömen dönem ve sorumlusu çok açık olarak Jüstinyen. Onun çağdaşı kaynaklar da aynı Çin kronikleri gibi böyle bir olaydan söz edilmez. Jüstinyen’den on az yüz yıl sonra ki birkaç güvenilirliği tartışmalı kaynakta geçmektedir hikâye. Yıllar geldikçe hikâye elden ele dilden dile bayağı bir şekil değiştirmişe benzemektedir.

Olayın dokumacılık tarafına gelindiğinde ipek ticaret merkezlerinin kontrolü o dönemin süper güçleri için çok önemli olmuştur. İpeği 500’lü yıllardaki bu hikâye ile sınırlı tutarak yazıyor olmam yukarıda bahsettiğim sebepten. Bununla beraber mutlaka “Kemha” üzerine birkaç kelam etmek gerekmektedir. O da içinde birçok efsane barındıran hikâyeler yumağıdır.

Kemha

Sonrasında Nar’ın Çine gidiş hikâyesini de yazmak gerekir ki, Doğu-Batı arasında o gizli alış-veriş, çıkan ürünler bilinsin. Tarihin bitmeyen hikâyesine bir ek daha olsun diye.

 

KAYNAKLAR:

Özdenbekir KARAKAŞ

1970 Kasımında İstanbul da doğdu ve Galata bölgesinde büyüdü. İstanbul’u İstanbul yapan tüm toplumsal yapılarla geçen bir çocukluk hayatı ile Galata’da Okçu Musa İlkokulu’nda başlayan ve sonrasında Bahçelievler Fikret Yüzatlı İlkokulu, Bahçelievler Ortaokulu, Şişli Endüstri Meslek Lisesi ile devam eden eğitim hayatı, Yıldız Üniversitesi’nde Kocaeli’de devam etti. Özel sektörde satış, pazarlama, yatırım, planlama ve yöneticilik pozisyonlarında uzun yıllar çalışma hayatı devam ederken Anadolu Üniversitesi’nde Felsefe okuma dönemi de oldu. Almanca biliyor. Özellikle Bizans dönemi başta olmak üzere, Selçuklu ve Osmanlı kuruluş dönemiyle ilgili birçok araştırma yapmış bulunuyor. Ayrıca uzun süredir üzerinde çalıştığı M.S. 500 adlı belgesel-dökümantasyon çalışması içerisindedir. Bunlar dışında ‘dolandırıcılık’ konusuyla ilgili basıma hazır hale gelmiş çalışması, büyük olasılıkla 2021 Mart veya Nisan gibi kitap olarak yayınlanacak. Tarım konusunda da hem bir erozyon eğitmeni hem de organik tarım uzmanı olarak çalışmalar yapmaktadır. Özellikle Tıbbi ve Aromatik Bitkiler ve Endemik Bitkilerle ilgili yoğun bir çalışma içindedir. Türkiye de eksiklik olarak gördüğü Yönetim Felsefesi ile Strateji ve Planlama konularında da çalışmaları var. Email: [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
  • YENİ
Bir Mektup.. Bir Tehdit… Bir İsyan…

Bir Mektup.. Bir Tehdit… Bir İsyan…

Haber Merkezi, 13 Mart 2024
Kalfatlı – Kalafatlı ve Kültürel Kimliği

Kalfatlı – Kalafatlı ve Kültürel Kimliği

Dr. Yaşar KALAFAT, 11 Mart 2024
İnegöl’de Bir Yıldız Söndü

İnegöl’de Bir Yıldız Söndü

Haber Merkezi, 11 Mart 2024