Quantcast
Fâtih Sultan Mehmed’in Şehid Sancaktârı Ulubatlı Baba Hasan ve Bursa’daki Vakıf Köyü “Hasan-Ağa” – Belgesel Tarih

Hakan YILMAZ
Hakan  YILMAZ
Fâtih Sultan Mehmed’in Şehid Sancaktârı Ulubatlı Baba Hasan ve Bursa’daki Vakıf Köyü “Hasan-Ağa”
  • 12 Aralık 2020 Cumartesi
  • +
  • -
  • Hakan YILMAZ /

Loading

Yirmi yıl öncesine kadar İstanbul’un fethinde burçlara ilk sancağı diken kişi olarak bilinmesine rağmen, zamanla çelişkili iddilarla bir “Fetih efsanesi”ne dönüştürülen Ulubatlı Hasan’ın gerçek tarihî bir şahsiyet olduğuna dair bir yıl önce neşrettiğimiz yeni tarihî bulgular, akademik çevrelerin ancak cüz’î bir kısmı tarafından kabul görürken, eski iddia sahiplerinin çoğu ve onların eski tezlerini yeniden canlandırma çabasına girişen popülarite tutkunu genç araştırmacıların ilginç tavır ve tepkilerine neden olmuştur.

Sultan II. Murad döneminden beri alemdarlık ve sekban-başılık görevlerinde bulunan, Şimdi Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı “Hasan-Ağa” (eski adıyla: Ḳızılcuḳlu”) köyünün de kurucusu olan Baba Hasan Ağa’nın, Bizans tarihçisi Sfrancis’in tasvirleriyle tamamen örtüşen yeni birer bulgu olarak Fatih’in Horhor semtinde keşfettiğimiz ilginç kabri, şehâdetini aynı ifadelerle anlatan kayıp kitâbesi ve Ulubat Gölü yakınlarındaki vakıf köyüne ait vakfiyesi, onun gerçekten yaşamış büyük bir Osmanlı serdârı olduğunu ispatlamakla kalmamış; aynı zamanda bilinmeyen soy zincirine, resmî vazîfelerine, kardeşlerine, Bursa, Edirne ve İstanbul’daki vârislerine kadar uzanan sayısız daha pek çok tarihî verinin de gün yüzüne çıkmasını sağlamıştır.

İstanbul kuşatmasının son anlarında Fâtih Sultan Mehmed’in sancaktar ve sekbanlarını surlara çıkmaya teşvik etmesi. Panorama 1453 Tarih Müzesi, Zeytinburnu-İstanbul.

Bu araştırmamızda Ulubatlı Baba Hasan’ın Chronicon Maius ve Horhor’daki kabir kitabesinde aynı tasvirlerle aktarılan surlara çıkış ve şehâdet anlarını doğrulayan çağdaş kayıtlar ayrıntılarıyla ortaya konularak; vakıf köyleri, hayır eserleri ve XVIII. yüzyıla kadar uzanan vakıf ve sicil kayıtları ışığında ahfâdının kimler oldukları kapsamlı bir şekilde aydınlatılmaya çalışılacaktır.

Bursa’daki “Ḳızılcuḳlu” Köyüne Adını Veren “Ḥasan Aġa” Kimdir?

Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı olan ve Ulubat Gölü’nün birkaç kilometre doğusunda yer alan Ḳızılcuḳlu/Hasan-Ağa köyünün, Fatih’in meşhur sancaktârı, “Şehidler Serdārı” Ulubatlı Alemdar Baba Hasan Ağa’ya vakıf köyü olarak verildiğine ilk kez 2018 yılı Nisan ayında düzenenlenen “Fatih Sultan Mehmed Dönemi Osmanlı Dünyası Sempozyumu”nda sunduğumuz bildiride işaret etmiş; ayrıca daha sonra yayımlanan birkaç makalemizde de aynı bilgiyi kısaca tekrar etmiştik[1].

Sancaktar Ulubatlı Hasan Ağa’nın eskiden Ulubat köy meydanında yer alan heykeli. Karacabey-Bursa.

Kızılcıklu/Hasan Ağa köyünün asıl kurucusu olan ve literatürde öteden beri “Ulubatlı Hasan” adıyla şöhret bulan Hasan Ağa, erken modern tarih araştırmacılarının çelişkili bazı çıkarımları yüzünden; daha önce Yıldırım Bayezid döneminde Yeniçeri Ocağı’ndan yetişip sekbân-başı olan, 805/1403’te Emîr Süleyman’a bağlı iken 811/1408’de sakalı traş edildiği için öfkelenip kardeşi Mûsâ Çelebi’ye tâbî olan, ancak 816/1414’te Çamurluova Savaşı’nda efendisi ile birlikte ortadan kaldırılan Yıldırım ve Fetret dönemlerinde yaşamış başka bir “Ḥasan Aġa” [2] ile karıştırılmıştır[3]. Bu karışıklığın bir sonucu olarak, ölümünden on iki yıl sonra 828/1425’te düzenlenen vakfiyenin de bu önceki “Ḥasan Aġa”ya ait olduğu sanılmış ve köy çevresinde bugüne kadar bu yerin “Hasan Ağa adlı bir yeniçeri ağası tarafından kurulduğu” söylentisi yaygınlaşmıştır.

Oysa köyün vakfedilişinden uzun yıllar önce öldürülen ilk Hasan Ağa’nın, ölümünden on iki yıl sonra, saltanat devrini hiç görmediği II. Murad’dan vakfiye alması imkân dâhilinde olmadığı gibi; ortaya koyduğumuz tarihî belgeler ve özellikle Vakıf ve Sicil Defterleri’ndeki kayıtlar ışığında, Bursa’da: قزيلجقلو “Ḳızılcuḳlu” ve Edirne’de صغيرليجه موسى “Ṣıġırlıca-Mūsā” köyünü elinde bulunduran Hasan Ağa’nın, şimdi kendi adıyla anılan bu vakıf köylerinin XV. yüzyıl sonları ilâ XVI. yüzyılın başlarında tevliyetini yürütenlerin, İstanbul’da kabrini tespit ettiğimiz Hasan Ağa’nın oğulları ve torunları olduğu kesin olarak ortaya çıkmıştır.

Sultan II. Murad tarafından Alemdar Hasan Ağa’ya vakfedilen Kızılcıklu (Hasan-Ağa) köyünün genel görünümü. Nilüfer/Bursa.

Çelebi Mehmed devrinden beri Alemdâr (Sancaktar) olduğu anlaşılan Ulubatlı Hasan Ağa, Bursa ve Edirne’deki vakıfları adına, dönemin Bursa kâdîsı Molla Fenârî tarafından Rebî‘u’l-evvel 828 sonları (Şubat 1425 ortaları)nda düzenlenen vakfiyesinde[4]: جناب ملك الأمراء العظام ، جامع محاسن الكرام ، ناصب لواء الإسلام ، رافع بدع والظلم ، المخصوص بين الاكابر بعلو الهمم ، مقرب الملوك والسلاطين ، حسناً من الدولة والدين حسن اغا ـ طال بقاه ـ ابن عبد الله “Cenāb-ı Melikü’l-ümerāʾi’l-ʿiẓām, Cāmiʿu meḥāsini’l-kirām, Nāṣıbu livāʾi’l-İslām, Rāfiʿu bidʿa ve’ẓ-ẓulem, el-Maḫṣūṣ beyne’l-ekābir bi-ʿuluvvi’-l-himem, Muḳarrebi’l-mülūk ve’s-selāṭīn, Ḥasenen mine’d-devleti ve’d-dīn Ḥasan Aġa -ṭāle baḳāhu- ibn ʿAbdu’llāh…” şeklinde yüksek emirlik unvanlarıyla anılmıştır[5]. Bu kayda göre babasının adı عبد الله “ʿAbdu’llāh”tır. Vakfiyede Hasan Ağa’ya, şimdi Ulubat Gölü’nün 6 km. kadar doğusunda, Eski Karacabey-Ulubat yolu üzerinde bulunan: قزيلجقلو كوى “Ḳızılcuḳlu-köy” adlı vakıf köyü ile birlikte, Çelebi Mehmed’in vakıf alanına komşu olan قوريجي كوي “Ḳorucı-köy” ve: صغيرليجه موسى كوي الكائنة من توابع ادرنة المحروسه “Maḥrūseʾ-i Edrene tevābiʿinden olan Ṣıġırlıca-Mūsā köyü”nün de evlâdlık olarak vakfedildiğine işâret olunmuş; ileride soyu kesildiği takdirde vakfın tüm gelirlerinin akrabalarının ileri gelenlerine, onların da soyu tükendiğinde fakirlere ve miskinlere verilmesi şart koşulmuştur.

Bursa’da “Ḳızılcuḳlı” ve Edirne’de “Sığırlıca Mûsâ” köylerinin “İslâm sancağının dikicisi” Ulubatlı Baba Hasan Ağa’ya vakfedildiğini gösteren Rebî‘u’l-evvel 8282/Şubat 1425 tarihli vakfiyenin köyde muhâfaza edilen orijinal sûreti.

Sultan II. Murad ve bilâhare Fâtih döneminin önde gelen ümerâsı arasında yer alan Hasan Ağa, önceki çalışmalarımızda gösterdiğimiz üzere; Çelebi Mehmed’in vezîr-i a‘zamı Bâyezîd Paşa ve ailesine epeyce yakın olup, muhtemelen Şeyh Bedreddîn isyanının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştı[6].

Mehmed Süreyya’nın Sicill-i ʿOs̱mānī’sinde belirttiği üzere o, uzun süren “‘Alemdârlık” vazifesinden sonra “Sekbān-başı”lık görevine de tâyin edilerek İstanbul’un fethine kadar bu makamı elinde tutmuş; henüz Sultan Mehmed tahta geçmeden: “Sulṭān Murād Ḫān-ı s̱ānī Ḥażretleri’nüñ ʿaṣrında Sekbān-başı olup, 857 (1453)’de İstanbūl fetḥinde şehīd ol”muştu[7]. Vakfiyesi düzenlendiği sırada otuz beş yaşlarında olduğu düşünülürse, onun 1390 yılı civarında Ulubat çevresinde doğmuş ve altmış yaşının biraz üzerinde iken şehâdete kavuşmuş olduğu gerçeğe çok yakın bir ihtimal olarak öne sürülebilir.

Baba Hasan Ağa’nın Bursa ve Edirne’deki Hayır Eserleri

Erken dönem Osmanlı asker ve devlet adamları arasında önemli bir yere sahip olan Baba Hasan Ağa, II. Murad’ın kendisine vakfettiği قزيلجقلو Ḳızılcuḳlu (Ḥasan-Aġa) vakıf köyünde bir mescid, bir mektep, bir medrese, bir hamam ve bir zâviye inşâ ettirdiği gibi; eski pâyitaht Edirne’de de resmî statüsüne nisbetle “ʿAlemdār Maḥallesi” adıyla anılan bölgede yine bir mescid ve kendisi için bir türbe yaptırmış; bu nedenle ölümünden sonra adına düzenlenen çoğu resmî belgede صاحب الخير “Ṣāḥibü’l-ḫayr” gibi övücü vasıflarla anılmıştır[8].

Hasan Ağa’nın şimdi kendi adıyla anılan Bursa’daki vakıf köyünde inşa ettirdiği câmiinden geriye kalan yalın minâre. Nilüfer-Bursa.

Hasan Ağa’nın Ḳızılcuḳlu köyünde erken bir tarihte inşâ ettirdiği anlaşılan mescidi, bir buçuk asır boyunca küçük bir köy mescidi olarak kullanılmaya devam etmiş; nihayet Şa‘bân 988/Eylül 1580’de yöre halkının kendi köyleri ve diğer çevre köylerde Cumâ namazı için büyük câmiileri bulunmadığına dâir Sultan III. Murad’a arz yazmaları üzerine, köyün merkezinde bulunan bu mescidin diğer tüm köylerin de Cumâ namazı kılabilecekleri büyük bir câmiiye dönüştürülmesini emreden şu fermân-ı hümâyûn gönderilmiştir:

“Ḳıdvetü’l-ḳuḍāt ve’l-ḥükkām, maʿdenü’l-fażl ve’l-kelām Mevlānā Kite ḳāḍīsı -zīde fażlehū- refīʿ-i tevḳīʿ-i hümāyūn vāṣıl olıcaḳ, maʿlūm ola ki;

Dergāh-ı muʿallāma mektūb gönderüp ḳażāʾ-i mezbūra tābiʿ Ḥasan Aġa nām ḳaryede ve eṭrāfında olan ḳurrāda Cāmiʿ-i şerīf olmayup kemāl-i iḥtiyāçları olmaġın, ḳaryeʾ-i mezbūrede Mescid-i şerīf cāmiʿ olmaġa münāsib olup, ahālīleri iẕn-i hümāyūnum recā eyledüklerin bildürdükleri benüm serīr-i pāyeʾ-i maʿdelet-maṣīrüme ʿarż olınduḳda, iẕn-i şerīfüm erzānī kılup buyurdum-ki; emrüm üzere Mescid-i mezbūr Cāmiʿ olup, berāt-ı hümāyūnumla ḫaṭīb naṣb olınduḳdan-ṣoñra eyyām-ı Cumʿa’da iḳāmet-i ṣalāt-ı Cumʿa olınup benüm devām-ı devletüm içün duʿāya müdāvemet göstereler. Şöyle bilāsiz, ʿalāmet-i şerīfe iʿtimād ḳılasız.

Taḥrīren fī evāḫir-i şehr-i Şaʿbānü’l-muʿaẓẓam, sene: 988, bi-maḳām-ı Ḳosṭanṭīniyye.”[9]

‘Alemdâr Hasan Ağa’nın eskiden Çöke nâhiyesine bağlı olan Edirne’deki vakıf alanı Ḥasanaġa (Ṣıġırlıca Mūsā) köyü. Lalapaşa-Edirne.

Ne var ki Ulubatlı Hasan Ağa’nın altı asra yakın bir süre ayakta kalan mescidi, 2000 yılında Anıtlar Kurulu’nun “depreme dayanıklı olmadığı” tespiti sonucu yıkılarak yerine başka bir noktada yeni bir câmii yapılmış; Hasan Ağa Câmii’nin yalnız minaresi yalın bir halde köy meydanında kalmış, daha sonra bu minarenin alt kısmına musluklar takılıp çeşme olarak kullanılması kararlaştırılmıştır. Sancaktar Hasan Ağa’nın bugün köyde bulunan kabrinin ya bir “makam-mezar” olduğu, ya da soyundan gelip vakfının tevliyetini yürüten “Hasan” adlı sayısız torunlarından birine ait olduğu anlaşılmaktadır.

Alemdâr Baba Hasan’ın Edirne’deki mahallesinde yer alan ve علمدار جامعى “ʿAlemdār Cāmiʿi” adıyla meşhur olan mescid ve türbesinin ise, daha XIX. yüzyılda çatısı yıkılıp çökmüş ve harâbeye dönüşmüştür[10]. Baba Hasan Ağa Edirne’de kendi adına bir türbe inşa ettirirken, kuşkusuz Edirne’de yaşamaya devam edip ruhunu burada teslim edeceğini düşünüyor; ileride İstanbul kuşatmasına katılacağını, “‘Alemdârlık” vazifesini son bir kez daha yerine getirip Fatih’in Ak Sancağı’nı şehrin en büyük burcunda dalgalandıracağını, vücuduna yüzlerce taşlar ve oklar isabet edip bu burcun üzerinde şehid olacağını, nihâyetinde aslî vatanı Bursa’da veya ikametgâhı Edirne’de değil, müjdelenmiş kutlu şehir Konstantîniyye’nin merkezinde defnolunacağını henüz bilmiyordu.

Hasan Aġa’nın Ḳızılcıḳlu/Ḥasan Aġa köyünde inşâ ettirdiği mescidin Cumâ namazı kılınacak büyük bir câmiiye dönüştürülmesi için III. Murad tarafından gönderilen Fermân-ı hümâyûn sûreti. Bursa Şerʿiyye Sicilleri, A-119/1022, vr. 97a.

Sancaktar Hasan Ağa’nın Topkapı (Romanos) Burcuna Fatih’in Sancağını Dikmesi ve Şehâdeti

Aslen Bursa’lı olup, “Ḳızılcuḳlı” köyü ve civarını elinde bulunduran Ulubatı Baba Hasan Ağa, ömrünün önemli bir kısmını Alemdâr (Sancaktar) olarak eski başkent Edirne’deki mahallesinde geçirdikten sonra, Sultan II. Murad’ın son zamanlarında Sekbân-başılık görevine atanmış ve genç pâdişah Sultan Mehmed tahta geçtikten sonra onun tarafından da yine aynı vazifede bırakılmıştı. 6 Nisan 1453’te başlayan büyük muhâsaraya katılmak için sekbanlarıyla İstanbul surları önüne gelen Baba Hasan, Sultân’ın Topkapı ile Eğrikapı arasına konuşlanan Hâssa ordusunun en ön safında savaşacak ve 29 Mayıs 1453 sabâhı savunmanın çökmesi üzerine, Fâtih’in Romanos/Topkapı burcuna hücum emrini yerine getirerek onun sancağını burcun en üst noktasına çıkarıp, henüz şafak sökmeden yoğun bir kaya ve ok bombardımanı altında şehîd olacaktı.

İmparatorun başmuhâfızı Sfrancis’in Chronicon Maius’unda Ulubatlı Hasan’ın Romanos Burcu’na çıkış ve şehâdet anlarını aktardığı satırlar. British Library, Add. Ms. 36539, f. 84r, st. 6-27.

İstanbul’un fethinde imparatorun başmuhâfızı olan Yorgios Sfrancis; “29 Mart 6986/1478’de Corfiot soylularının ricası üzerine, not ve müsveddelerini yeniden gözden geçirip kendi eliyle yazdığını” açıkça belirttiği Chronicon Maius’unda[11] Hasan’ın on sekiz neferiyle birlikte şehâdete sürüklendiği bu ânı bize aynen şöyle aktarır:

“İşte o sırada aslen Lopadion (Ulubat)’lı olup koca bir vücûda sâhip olan ‘Hasan’ adlı bir yeniçeri, sol eli ile başının üstüne kalkanını tutup, sağ eli ile kılıcını çekti ve bizimkilerin şaşkınlık içinde geri çekildikleri o bölgede sûrun tepesine doğru atıldı. Onunla aynı cesâreti göstermek isteyen otuz kadar diğeri de kendisini takip etti. Bizimkilerden hâlâ surlarda kalanlar ise üzerlerine kayaları yuvarlıyorlardı ve onlardan on sekizini aşağı attılar. Ne var ki, Hasan kendisine mahsus şiddeti ile sûrun üzerine çıkıp bizimkileri kaçırmayı başardı. Bu zafer üzerine diğerleri de onu takip ederek, surlara tırmanma fırsatını buldular. Bizimkiler, sayılarının pek az olması nedeni ile sûra tırmananlara mânî olamadılar. Düşmanın sayısı fazla idi, buna rağmen yine de yukarıya çıkanlara saldırdılar ve onlardan birçoğunu öldürdüler. Bu çatışma sırasında Hasan’a bir taş isâbet etti ve onu yere yıktı. Kendisini yere yıkılmış görünce, bizimkiler de üstüne her taraftan taş fırlatmaya başladılar. O ise dizleri üstüne kalkmış kendini savunmaya çalışıyordu. Ancak almış olduğu pek çok yaradan dolayı artık sağ kolu işlemez oldu ve oklarla kaplandı, nihâyet berâberindeki pek çok kişi ile birlikte öldü.”[12]

Ulubatlı Baba Hasan Ağa’ın şehadetinden sonra Fâtih Horhor’dadefnedildiği kabrin 26 Aralık 1940 günü çekilmiş eski bir fotoğrafı, Vakıflar Umûm Müdürlüğü, Dosya: 532, Fotoğraf nr.: 3997 (solda) ve kabrin aynı cepheden şimdiki görünüşü (sağda). Fotoğraf: Hakan Yılmaz

Ulubatlı Hasan Ağa’nın geçen yıl Fâtih’in Horhor semti civarında tespit etiğimiz, Baba Ḥasan-ı ʿAlemī Mahallesi’ndeki yıkılan mescidine çok yakın bir noktada yer alan kabrinin kayıp kitâbesinde; Fatih’in sancaktarı Hasan Ağa’nın eline “ateş saçan kılıcı”nı alıp tekbirler getirerek burca tırmandığı, düşmanla çatışıp kahır pençesiyle onları kaçırdığı, burcun üzerinde Sultân’ın sancağını dalgalandırdığı ve sonunda kanlara gark olup şehâdet makamına ulaştığı, şâir Sıdkî’nin onun dilinden yazdığı manzûmede Sfrancis’in yukarıdaki gözlemlerine eşdeğer bir çizgide şöyle tasvir edilmiştir:

“Yedümde tīġ-ı āteş-tāb dilümde naẓm-ı Settārī
Ben oldum Fātiḥ’üñ ol günde merġūb ʿalem-dārı
Ġazā-yı ekber itdüm Rüstemāne ḫaṣmıla yed-kesr
Oluban ġarḳ-ı ḫūn-ālūd işte Şehīdler Serdārı
Yaturdum kimse bilmez ḥāl [ü] aḥvālümi hergiz Ḫān
Meger maʿnāda irşād eylemişler böyle düş-vārı
Çerāġum şuʿle-dār iden, aña durāġ cennet olsun
Ḫüdā her bir umūrında ola anuñ meded-kārı
De-gil Ṣıdḳī bunuñ taʿmīrine menḳūṭını tārīḫ:
‘Zehi devlet Ḥasan Baba ki heşt-seddin ʿalem-dārı’
857/1453.”[13]

Sfrancis’in eserinde yer alan yukarıdaki satırları İstanbul’da henüz hiç kimsenin bilmediği bir dönemde yazılan bu mısrâlar, Fâtih’in has sancağını burçta dalgalandıran Osmanlı “Serdār”ının حسن “Ḥasan” adlı bir ‘alemdâr olduğu ve onun tüm fetih şehidleri arasında en yüksek dereceye sahip bulunduğu gerçeğinin öteden beri herkes tarafından bilindiğine kuşkusuz bir biçimde ışık tutar. Kitâbede Baba Hasan’ın “Heşt-seddin ʿalem-dārı = Sekiz burcun sancaktârı” olarak anılması ise, daha önce çağdaş kaynaklara dayanarak ortaya koyduğumuz üzere; Hasan Ağa tarafından Topkapı (Romanos) burcuna dikilen ilk sancaktan sonra, ikinci sancağın Canbâz Mustafa Beg tarafından dokuzuncu kara burcu olan Silivrikapı (Porta Pighi) burcuna, üçüncü sancağın ise Karışdıran Süleyman Beg tarafından Edirnekapı-Eğrikapı (Porta Charisius-Kaligaria) taraflarına dikilmesiyle alâkalıdır[14]. Bu tarihî izleğe göre, Sfrancis’in de açıkça belirttiği üzere; İstanbul’un ilk sekiz kara burcu arasına Fatih’in sancağı diken ilk isim bizzat Ulubatlı Hasan Ağa’dır.

Sancaktar Ulubatlı Baba Hasan’ın şimdi kaybolan kabir kitâbesinin 1930’larda Süheyl Ünver tarafından çekilmiş fotoğrafı. A. Süheyl Ünver Arşivi.

Nitekim çağdaş kaynak ve belgelerin ayrıntılı bir sentezi, 1221/1806 depreminde dikilen bu kitabedeki bilgilerin orijinalliğini açıkça kanıtlar ve Hasan’ın “efsane” olduğu iddalarını ortadan kaldırarak, Sfrancis’in onun hakkındaki tüm sözlerinin tarihî dayanaklarını net bir biçimde ortaya koyar[15]. Bu tarihî senteze göre, Topkapı (Romanos) burcuna ilk sancağı diken Sancaktar Baba Hasan Ağa’nın gerçek tarihî kimliğini, vazifesini ve şehâdetine yol açan son fiillerini birkaç madde halinde şöyle sıralayabiliriz:

Adının “Hasan” olması:

Fethin şehid sancaktârının kuşatmadan tam yirmi sekiz yıl önce düzenlenen vakfiyesinde, imparatorun başmuhâfızı Sfrancis’in “kendi eliyle genişlettiği”ni söylediği Büyük Kronik’te ve şehrin fethinden sadece kırk üç yıl sonra, 903/1496’da Horhor’daki mescidi adına düzenlenen diğer vakfiyesinde ortak bir çizgide adı hep “Hasan”dır ki, bu onun kayıp kitabesindeki “Ḥasan Baba” isminin de çağdaşlığının kesin bir kanıtıdır.

Lopadion/Ulubatlı Olması:

Yorgios Sfrancis’in kroniğinde “Lopadion/Ulubat”lı olduğu belirttiği Hasan’ın, vakıf köyü Ḳızılcuḳlu’nun Ulubat Gölü’ne çok yakın bir noktada ve bizzat eski Karacabey-Ulubat yolunun üzerinde yer alması, birbirinden bağımsız her iki çağdaş kaydı da onun “Ulubatlı” olduğu ortak noktasında birleştirir.

Romanos/Topkapı Burcuna Çıkması:

Sfrancis’in, Hasan’ın “Otuz kişi” İle Romanos burcuna çıkışını anlattığı ayrıntılı tasvîri fethin istisnasız tüm kaynakları tarafından te’yid edilmiş; Osmanlı, Bizans ve Latin kroniklerinin hepsi onun burca ilk çıkış noktasının “Romanos (Topkapı) burcu” olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Sağ Elinde Kılıcı, Sol Elinde Kalkanı Olması:

Hasan’ın burca çıkış ânını çok ayrıntılı bir şekilde aktaran Sfrancis, o sırada onun “sağ eline kılıcını alıp, sol eliyle kalkanını başına tutarak surun tepesine doğru atıldığını” açıkça belirtmiştir. Sfrancis’in kuşatmadaki gözlemlerini yansıtan bu tasvir, üç yüz elli yıl sonra dikilen kabir kitabesinde de onun dilinden: “Yedümde tīġ-ı āteş-tāb… = Elimde ateş saçan kılıç…” ifadesiyle aynen tekrarlandığı gibi; “Elinde kalkan olduğu” bilgisi ise, Romanos burcuna ilk çıkış ânını aktaran Ducas tarafından: Türkler ellerinde kalkan olduğu hâlde surlara yaklaştılar.” cümlesiyle tasdik edilmiş ve devamla Rumlar’ın buna karşılık “kalenin üstünden taş attıkları” belirtilerek, karşı saldırı hakkında da Sfrancis’in betimlemesine bire-bir uygun bir perspektif çizilmiştir[16].

Hasan Ağa’nın “Sultan II. Murad zamânından beri Sekbanbaşı olup, İstanbul’un fethinde şehid olduğunu” gösteren Mehmed Süreyyâ’nın Sicill-i ʿOs̱mānī’deki kaydı (II, 118, İstanbul 1311/1894).

Fatih’in Has Sancağını Taşıması:

Romanos/Topkapı burcuna çıkan Baba Hasan’ın, kitabesinde taşıdığı sancağın sıradan bir sancak değil, bizzat “Fâtih’in sancağı” olduğunu açıklayan: “Ben oldum Fātiḥ’üñ ol günde merġūb (gıpta edilen) ʿalem-dārı…” dizesinin doğruluğu; kroniğini Fatih’e sunmuş olan Rum tarihçi Kritovulos’un Karışdıran Süleyman’ın büyük gedikten İstanbul’a girişini anlattığı kısımda yer alan: “Sultan Büyük Sûr (Romanos Burcu)’nun önünde, büyük bayrakla sancağın çekildiği noktada bekliyor, olanları seyrediyordu.” cümlesinden[17] ve çağdaş Osmanlı müverrihi İbn Kemâl’in “Ṭop-ḳapusı”na dikilen sancağın “Sulṭān-ı ʿālem’üñ ʿaḳ ʿalemi (sancağı)” olduğunu gösteren kaydından[18] kuşkusuz bir biçimde anlaşılır.

Rumlar’la Tek Başına Çatışıp, Beraberindeki On Sekiz Kişi İle Birlikte Şehid Olması:

Chronicon Maius’tan aktardığımız: “Hasan kendisine mahsus şiddeti ile sûrun üzerine çıkıp bizimkileri kaçırmayı başardı.” cümlesinin orijinalliği, Hasan’ın kabir kitâbesinde geçen: “Ġazā-yı ekber itdüm Rüstemāne ḫaṣmıla yed-kesr : Kahır pençemle düşmanla Rüstem’ce ulu gazâ ettim…” dizesinden ve eserini bizzat Fâtih’e sunmuş olan Kritovulos’un: “…Sultân’ın önüne geçip sete (burca) saldırdılar. Uzun süren çatışmalardan sonra Romalılar’ı kaçmaya zorlayarak güçlükle setin üstüne çıktılar.” cümlelerinden[19] benzer ifadelerle tespit edilebildiği gibi; “On sekiz kişinin taşlarla burçtan aşağı atılıp öldürülmesi” ve bir süre sonra “Hasan’ın da atılan ok ve taşlar altında can vermesi” bilgileri de yine Kritovulos’un: “Oradakilerin bir kısmını surla set arasındaki derin hendeğe attılar.” sözüyle te’yid görmektedir[20]. Nitekim Baba Hasan Ağa’nın kuşatma öncesinde “Sekbān-başı olup, 857 (1453)’de İstanbūl fetḥinde şehīd oldu”ğunu gösteren tarihî kayıt[21], onun burçtan düşürülen on sekiz neferinin, Şehzadebaşı’nda onun kabrine çok yakın bir noktada yatan fethin ilk şehidleri “On Sekiz Sekbanlar” olduğunu kesinleştirir ve Hasan’ın kabir kitâbesindeki: Oluban ġarḳ-ı ḫūn-ālūd işte Şehīdler Serdārı : Kanlar içinde kalarak oldum Şehidlerin Serdârı… dizesinin de tarihî bir esâsa dayandığını gösterir.

Ulubatlı Alemdâr Hasan Ağa’nın eskiden tarihî yarımadanın merkezinde yer alan Mescid’inin 1940 sonlarında çekilmiş fotoğrafı, Vakıflar Umûm Müdürlüğü, Dosya: 532, Fotoğraf nr.: 3996 (solda) ve mescidin bulunduğu sokağın aynı noktadan görünüşü (sağda). (Fotoğraf: Hakan Yılmaz)

Yukarıdaki çağdaş kronikler, belgeler ve fetih kaynaklarının ayrıntılı sentezi, fetih günü Romanos/Topkapı burcuna Fatih’in ak sancağını ilk kez Ulubat’lı “Hasan Ağa” adlı bir sancaktarın diktiğini tamamen aynı tasvirler eşliğinde ortaya koymaktadır. Bu çağdaş tarihî sentez, Sfrancis’in eserinden sonra 1221/1806 tarihli kitabenin de dönemin gerçek tarihî verilerini yansıttığını resmen kanıtlarken; lâf kalabalığından başka bir şey yapmaksızın hâlâ onun “efsane” olduğunu iddia edenlere: “Bunca çağdaş delil ve bulgular karşısında elinizde onun ‘efsane’ olduğunu ispatlayacak ne gibi bir tarihî kanıt var?” diye sorun, bakalım size ne cevap verecekler?..

Baba Hasan Ağa’nın İstanbul, Bursa ve Edirne’de Süregelen Ahfâdı

Fatih’in şehid sancaktârı Hasan Ağa’nın şehâdetinden sonra geride bıraktığı ailesi ve günümüze kadar devâm eden ahfâdının isimleri XV.-XVIII. yüzyıl vakıf, sicil ve İn‘âmât kayıtlarından tespit edilebilmektedir. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre onun İstanbul’da, Horhor’da kendi adıyla anılan mahallesinde vakfının tevliyetini yürüten, Sultan II. Bâyezîd’in kapıcı-başısı: حسين بن عبد الله “Ḥüseyin bin ʿAbdu’llāh” adında bir erkek, vakfa nakdî yardım sağlayan: حسنى “Ḥasnā (Ḥesnā)” Hâtûn adında bir kızkardeşi[22] ile İstanbul’da ikamet eden: ابراهيم اغا “İbrāhīm Aġa”, پيرى چلبى “Pīrī Çelebi” ve Edirne’deki vakıf alanına tasarruf eden: خليل بك “Ḫalīl Beg” adında üç oğlu vardı[23]. Bunların en büyükleri olduğu anlaşılan İbrāhīm’e, fethin en büyük şehidi olan babasının eski mesleği “Alemdâr” (Sancaktar)lık vazîfesi verilmiş, diğer oğlu Pīrī Çelebi’ye kâtiplik vazifesi tevdî edilmiş; Edirne’de ikamet eden son oğlu Ḫalīl Beg ise Eski Saray’da kapıcı-başı tâyin edilmişti[24].

Ḥasanaġa/Ḳızılcuḳlı köyü’nün orijinal eski ismini içeren ve köyün II. Murad zamanında Baba Hasan Ağa’ya vakfedilişinden, III. Murad dönemine kadarki süreci özetleyen Rebîʿu’l-âḫir 985/Haziran 1477 târihli Berât-ı hümâyûn sûreti. Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-105/1586, vr. 86a (183).

Arşiv belgeleri ve Sicil kayıtları, bir sonraki kuşağa inildiğinde Hasan Ağa’nın gerek İstanbul’da, gerekse Edirne’de ikamet eden oğullarının tüm çocuklarının Bursa’daki Kızılcıklu/Hasan-Ağa köyünde faaliyet gösterdiklerini ya da bu köyle bağlantı hâlinde olduklarını gösterir ki, bu çağdaş kayıtlar aynı zamanda vakfiye sahibi Alemdar Ulubatlı Hasan Ağa’nın Horhor’da yatan Alemdar Baba Hasan Ağa ile aynı kişi olduğunun da tartışmasız ve kesin delilidir. Bu kayıtlara göre Baba Hasan Ağa’nın büyük oğlu İbrāhīm’in Horhor’daki mescid ve zâviyenin tevliyetini elinde bulunduran مصطفى “Muṣṭafā” adında bir ve Bursa Kızılcıklu’da oturan ولى “Velī”[25] ve: طورمش “Ṭurmış”[26] adlarında iki oğlu; kardeşi Pīrī Çelebi’nin ise dedelerinin Bursa’daki kadîm köyüne tasarruf eden: عبدى “ʿAbdī[27] ve محمد “Meḥmed”[28] adlarında iki evlâdı mevcuttu. Hasan Ağa’nın Edirne’deki vakıf köyünde mukîm olan diğer oğlu Ḫalīl Beg’in ise bu köyde yaşayan داود “Dāvud” ve حسن “Ḥasan”[29] adında iki oğlu ile sonraki kuşaklarda tüm bu oğul ve torunlardan, her biri Bursa’daki vakıf alanı ile doğrudan alâkalı olan çok sayıda kız ve erkek ahfâdı bulunuyordu.

Sancaktar Baba Hasan’ın 1956’da yıktırılan Fatih Horhor’daki mescidinin ortaya çıkan yeni bir fotoğrafı. TTOK Arşivi, İstanbul.

Sultan III. Murad Rebî‘u’l-âhir 985/Haziran 1577’de Ulubatlı Baba Hasan Ağa neslinden Eyyūb bin Süleymān’a verdiği beratta, vaktiyle Sultân II. Murâd ve Fâtih Sultan Mehmed’den sonra, II. Bâyezîd’den II. Selîm’e kadarki dört pâdişâhın da kendi dönemlerinde Alemdâr Hasan Ağa’nın soyundan kimselere Bursa ve Edirne’deki vakıf köylerini mukarrer tutup beratlar verdiklerine işâret ederek şöyle demektedir:

“Nişān-ı şerīf-i ʿālī-şān-ı sāmī-mekān-ı Sulṭānī ve ṭuġrā-yı ġarrā-yı kītī-sitān-ı Ḫāḳānī ḥükmi oldur ki;

Bundan aḳdem ecdādımuzdan merḥūm Sulṭān Murād Hān -ʿaleyhi’r-raḥmeti ve’l-ġufrān- Ḥażretleri müteveffā Ḥasan Aġa’ya maḥrūseʾ-i Edirne’de vāḳıʿ olan Ṣıġırluca Mūsā nām ḳarye ve Anaṭolı’da Kite ḳażāsında muḳarrer حسرر باله تور نون مزه Ḥasrer Bālatōr Nūnmize (?) nām maʿlūm ḳaryeʾi temlīk idüp, mülk-nāmeʾ-i hümāyūn virüp, meẕkūr Ḥasan Aġa daḫı ẕikr olınan ḳaryeleri vaḳf-ı evlād idüp vaḳfiyyesine ḳayd itdürmegin; merḥūm ceddüm Sulṭān Muḥammed Ḫān ve Sulṭān Bāyezīd Ḫān ve Sulṭān Selīm Hān -ṭābe erāhum- dāḫı muḳarrer dutup muḳarrer-nāme-i hümāyūn virmişler imiş. Ṣoñra merḥūm ve maġfūr dedem Sulṭān Süleymān Ḫān -nevvere’llāhu merḳadehū- daḫı merḥūm Ḥasan Aġa evlādından ʿUlūfeciler Kātibi olan Ḥasan taḥrīr ṭalep eylemegin muḳarrer dutup muḳarrer-nāme iḥsān itmiş; ṣoñra merḥūm u maġfūr babam Sulṭān Selīm Hān -ʿaleyhi’r-raḥmeti ve’l-ġufrān- dāḫı: ʿBu vech-ile vaḳf-ı evlādiyyet üzere taṣarruf olınu-gelmiş ise girü ol vech-ile taṣarruf olına’ diyü muḳarrer-nāmeʾ-i hümāyūn virmiş imiş. Hālā serīr-i salṭanat-ı hilāfet-meʾāb müyesser olduḳda meẕkūr Ḥasan fevt olmaġın, evlāddan Eyyūb bin Süleymān ol muḳarrer-nāmeleri süddeʾ-i saʿādetüme getürüp taḥrīr olınmasın recā itdükleri ecilden, ben-dāḫı muḳarrer dutup bu muḳarrer-nāmeʾ-i hümāyūnı virdüm ve buyurdum ki; mā-dām-ki ṣoñradan tebdīl ü taġyir olmamaġ-içün emr-i şerīf virilmiş olmaya, ol muḳarrer-nāmeleri mūcebince ʿamel olınursa, mezbūr aña muḫālif hīç ferd daḫl ü taʿarruż eylemeyeler.

Şöyle bilāler, ʿalāmet-i şerīfe iʿtimād ḳılalar.”[30]

Ulubatlı Hasan Ağa’nın oğulları, torunları ve torunlarının oğullarına kadar isim isim tespit edebildiğimiz ahfâdı, onun burada işaret edilen Sultan II. Murad devrinden III. Murad zamânına kadarki yedi pâdişah döneminde vakıf beratlarının dâima yenilendiğini göstermekte; Hasan Ağa’nın memleketi Bursa, Edirne ve İstanbul’daki neslinin XV. yüzyıl ortalarından XVI. yüzyıl sonlarına kadar aynı soy zinciri ile birbirine bağlandığını kesin olarak te’yid etmektedir.

Baba Hasan ve emrindeki On Sekiz Sekban’ın Fatih’in gözleri önünde Büyük burcun üzerine çıkıp Rumlar’la çatışması. Panorama 1453 Tarih Müzesi, Zeytinburnu-İstanbul.

Alemdar Baba Hasan Ağa’nın XVII.-XVIII. yüzyılda yaşayan bâzı torunlarının isimlerinin önünde السيد “es-Seyyid” vasfının yer alması[31]; onun ailesinin ve soyunun tamamına yakınının özellikle Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in, büyük ceddinin, ehl-i beytinin ve torunlarının isimlerini taşımalarıyla kıyaslandığında, aslen “Seyyid” olma ihtimâlini kuvvetlendirdiği gibi; XVI. yüzyıl sonlarında ahfâdından bazılarının bu nesilden hanımlarla evlenmeleri nedeniyle çocuklarının bu nisbe ile anılmış olmaları da ikinci bir ihtimâl olarak düşünülebilir.

Fatih’in şehid sancaktarı, Şehidler Serdârı Hasan Ağa’nın Bursa’daki soyu günümüzde Hasan-Ağa köyünde yaşamakta olan Nalbantoğlu ailesi üzerinden devam etmektedir. 

 

“Bilgi Sahibi Olmadan Fikir Sahibi Olmaya Çalışmak”

Ya da; Ulubatlı Hasan’la İlgili Tarihî Bulguları Lâfa Boğma Girişimi*

* Bursa Günlüğü’nün 9. Sayısında (Mart-Nisan-Mayıs 2020, s. 44-53)
makale hacminin genişliği ve yer darlığı nedeniyle yayımlanamayan
bu kısım burada yayımlanarak konu bütünlüğü sağlanmıştır.

Sanal âlemde sanal tezler türeterek ya da klişeleşmiş iddiaları tekrar ederek popülaritesini yükseltmeye çalışan Emrah Safa Gürkan, yeni çıkan kitabında Ulubatlı Hasan hakkında ortaya koyduğumuz tarihî, topografik, toponomik ve epigrafik kanıtlarla bunların doğruluğunu belgeleyen çağdaş kayıtlara yönelik bilimsel sentezimizi tenkid etme girişiminde bulunmuş; onlarca tarihî veriye ve çağdaş kaynaklarla sabit olan tespitlerimize rağmen, bizim daha önce çürütüp literatürden temizlediğimiz eski mesnedsiz iddiaları ve kokuşmuş “efsane” masalını aynı ifadelerle tekrarlayıp durmuş, ancak kendi iddialarının ve spekülatif yorumlarının hangi tarihî “bilgi” ve “belge”ye dayandığını göstermeyi unutmuştur.

Bu konuda ortaya koyduğumuz deliller gayet açık ve net olduğundan ve aynı delilleri adetâ göze sokarcasına her defasında tekrarlamak gibi bir mecburiyetimiz olmadığından, genç araştırmacıya sadece makalelerimizi, içindeki bilgi ve tespitlerimizin içeriğini ve hangi temele dayandığını anlayana kadar okumaya devam etmesini, bilimsel kanıtlarla ortaya çıkmış bir gerçeğe ısrarla “efsane!” demenin onu “efsane” yapmaya yetmeyeceğini peşinen hatırlatmak ve cevaplaması gereken asıl soruları önüne koymakla yetineceğiz.

Fatih’in ordusunu teşvik için öne geçmesi ve Alemdar Hasan Ağa’nın Romanos burcuna ilk Türk sancağını dikmesi. Şefik Direnoğlu, 1972.

Tek bir delile bile dayanmadan ortaya atılmış olan, eski spekülasyonların tipik bir tekrarı niteliğindeki bu iddialar, Ulubatlı Hasan’la ilgili sağlam bulgularımızın “efsane” olduğunu kanıtlamaya yetmeyecek birer lâf yığınından ibarettir.

Şayet bu mesnedsiz iddialarında ısrarlı ise, genç araştırmacının sadece şunlara cevap vermesi gerekir:

1.Biz Ulubatlı Hasan’la ilgili bildirimizde ve makalemizde kesin delillerle çürüttükten sonra[32], Chronicon Maius’un Melissinos tarafından genişletildiğini doğrulayan yeni bir kanıt mı ortaya çıktı; veya genç araştırmacı Gürkan bizim delillerimizi çürütüp kroniği ona atfedenleri teyit edecek yeni bir bulguya mı ulaştı ki “Chronicon Maius’un Sfrancis’e ait olmadığı yönündeki görüşler hâlâ geçerliliğini korumakta”[33] olsun?

2.Chronicon Maius’taki tasvirlere[34] tam bir paralellikle, kitabede de kabirde yatan şehidin adının “Ḥasan” olduğu, bir eline kılıcını alıp tekbir getirerek burcun üzerine çıktığı, kendisine has şiddetiyle düşmanla tek başına savaştığı ve kanlar içinde kalarak şehadete ulaştığı, nihayetinde İstanbul’un ilk “sekiz burcunun sancaktarı” olmak “devlet”ine kavuştuğu aynen tekrarlandığı hâlde[35], aynı ismi taşımasına ve hakkındaki tasvirlerin sıralaması dahi aynı olmasına rağmen: “Kitabedeki detaylar[ın] Chronicon Maius’la sadece surlara bayrak diken bir Türk’ten bahsetmesi açısından örtüşmekte” olduğu[36] nereden çıkmıştır?

3.Başta Sfrancis, Kritovulos ve Kemâl Paşa-zâde olmak üzere fetih döneminin kaynakları bu vak‘ayı net bir biçimde doğrularken, fethin tanıkları henüz hayatta iken düzenlenen vakfiyesinde ismi, mahallesi ve mescidi açıkça zikredilirken, bu çağdaş kaynak ve belgelerdeki ortak kayıtları göz ardı ederek: “Yüzyıllar sonra yazılmış bu kitabeyi halkın muhayyilesinde yarattığı bir şahsın fizikî bir mekânla özdeşleştirilmesinin sonucu olarak algılamak” hangi bilimsel kanıt ve belgeye göre “mümkün”dür?[37] Asırlar önce yalnız Sfrancis’in bahsettiği bir fetih şehidinin adı ve surlara çıkış macerası, İstanbul’da henüz Rum müverrihten ve eserinden hiç kimsenin haberdar olmadığı bir ortamda, 1806 depreminden sonra dikilmiş bağımsız bir kitabeye nasıl olmuş da aynen yansımıştır? Hâl böyle iken, tüm bunlar hangi ilmî teâmül ve gerekçeye göre “bir anlam ifade etmez”[38]?

4.Bizim ilmî tespitlerimizin çoğunu gözden kaçıran ya da yeterince anlayamayan genç araştırmacının: “At izinin it izine karıştığı 29 Mayıs’ta surlara ilk bayrağı diken hakikaten Ulubatlı Hasan mıydı?” kokuşmuş cümlesini hâlâ tekrarlamaya devam etmesi[39] ortaya koyduğumuz bilimsel kanıt ve teamülleri hiçe saymaktan başka neyin ifadesidir? Oysa biz bu meseleyi müstakil bir makalemizde çağdaş kaynaklar ışığında tamamen aydınlatmış; “at izi” ile “it izi”ni kesin çizgilerle birbirinden ayırmıştık[40]. Sancak dikme sıralamasını Ducas, Kritovulos, Tursun Beg, İdris-i Bitlisî ve İbn Kemâl ortak bir çizgide açıklamışlardır ki, bu onlara paralel olan Sfrancis’in verilerinin de doğruluğunun ve ona ait olduğunun açık bir kanıtıdır. Çağdaş kaynaklarda yer alan bu ortak tarihî veriler Sfrancis’in ve kitabenin verdiği bilgileri satır satır doğrularken; Gürkan’ın -sırf belli bir kişinin hâmîliğine soyunmak ve eski isabetsiz tezlerinin propagandasını yapmak adına-, fetihten asırlar sonra ortaya çıkarak “at izi” ile “it izi”ni tekrar birbirine karıştırmaya çalışmasının ilmî gerekçesi nedir? Fetihten asırlar sonra hariçten gazel okuyan genç araştırmacı ve selefleri, sancak dikme konusunun aslını ve doğru sıralamasını fethe bizzat katılmış olan Tursun Beg, Sfrancis ve diğer çağdaş müverrihlerden daha mı iyi bilmektedir?

Fatih’in şehid sancaktârı Ulubatlı Baba Hasan Ağa’nın Horhor semti yakınlarında yer alan kabri (ortada) ve 1956’da yıkılan mescidinin yer aldığı park alanı (solda). Fatih-İstanbul.

5.Ulubatlı Hasan konusu bugüne dek sanki tek bir şahsın tekelindeymiş, bulunan tüm kaynak ve çıkarımlar da hep aynı şahsın keşifleriymiş gibi, konu üzerine yapılmış tüm çalışmaları sadece belli bir isme odaklandıran yazar[41], buram buram tarafgirlik kokan üslûbuyla yukarıdaki çağdaş kaynakları görmezden gelerek, Hasan’ın dikmiş olduğu “büyük sancak Romanos (Topkapı) burcuna çekildikten sonra”[42] Rumeli ordusu ile şehre girip “Edirne-ḳapusı” burcuna “üçüncü sancağı” diken “Karışdıran Süleyman”ı[43] hangi mantıkla tutup da ilk sıraya yerleştirmiştir?

Bu sorulara sağlam ve inandırıcı kanıtlarla cevap veremediği taktirde; genç araştırmacının bizim ortaya koyduğumuz bunca deliller örüntüsünü ve tarihî sentezi laf süngeriyle silmeye çalışma, basit birer varsayımdan öteye geçmeyen eski iddiaları yeniden canlandırma ve belli bir ismin tıkandığı yerde sâbit tutma girişimi: “At iziyle it izini birbirine karıştırma” ve “Eski dostların tezine yeniden itibar kazandırma” çabasından başka bir anlam ifade etmeyecektir. Halbuki tarihin “kuru laf”a değil, “bilgi” ve “belge”ye dayanan bir bilim olduğunu bu ilmin kenarından dahi geçmiş olan “herkes bilir”.

* Bu makale daha önce Bursa Günlüğü, Sy.: 9 (Mart-Nisan-Mayıs 2020), s. 44-53’te yayımlanmıştır.
Hakan Yılmaz, Araştırmacı-Yazar & Yeniçağ Tarihi Uzmanı – e-posta: [email protected]

DİPNOTLAR

[1] Hakan Yılmaz, “Keşfedilen Kabri, Yıkılan Mescidi ve Ulubat Gölü Civârındaki Köyünün Vakfiyesi Işığında; Fâtih’in Alemdârı, Şehidler Serdârı ‘Ulubatlı Baba Hasan’”, Türk Dünyası Araştırmaları, 121/239 (Mart-Nisan 2019), s. 383-404; Hakan Yılmaz, “Bir ‘Fetih Efsânesi’ Olduğu Öne Sürülen Ulubatlı Hasan’ın Yeni Keşfedilen Kabri ve Bilinmeyen Gerçek Tarihî Kimliği”, Toplumsal Tarih, Sy.: 305 (Mayıs 2019), 77-78; “Efsane mi, Gerçek mi? Ulubatlı Hasan’ın Varlığını Kanıtlayan Yeni Tarihî Bulgular”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sy.: 389 (Mayıs 2019), 24-29.

[2] Krş. Mehmed Neşrî, Kitāb-ı Cihān-nümā, II, TTK Yayınları, Ankara 1957, s. 482-485. Mehmed Süreyyâ hazırladığı biyografi metninde bu kadîm “Ḥasan Aġa” hakkında özetle şu bilgileri verir: “Yeñi-çeri ocaġından yetişüp sekbān-başı olmışdur. 805 (1403)’de Süleymān Çelebi ile Edirne’ye gelüp, 811 (m. 1409) muḥārebe[si]nde bunuñ saḳalı tırāş olunmaġla ḥiddetinden Mūsā Çelebi’ye tābiʿ oldu, 816 (m. 1414) tārīḫlerinde münʿadim (yok) oldu.” (Mehmed Süreyyâ, Sicill-i ʿOs̱mānī, II, Matba‘a’-i ‘Âmire, İstanbul 1311/1894, s. 117).

[3] Kâmil Kepeci, Bursa Kütüğü, II, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Bursa 2009, s. 155; Yusuf Oğuzoğlu, “Çelebi Mehmed Döneminin Rumeli Gazisi: Hasan Ağa”, Sultan Mehmed Çelebi ve Dönemi, ed.: Fulya Düvenci Karakoç, Osmangazi Belediyesi Yayınları, Bursa 2014, s. 156-188.

[4] Vakfiyenin orijinal sûreti Hasan-Ağa köyünde yaşayan ahfâdından merhûm Zeynel Nalbantoğlu’nun ailesinin elinde bulunmakta ve ayrıca VGMA, Defter, nr.: 2163/70, s. 80 ve 2163/71, s. 82’de iki ayrı sûreti daha yer almaktadır.

[5] “Büyük devlet adamlarının ulu emîri, şerefli güzel hasletleri zâtında birleştirici, İslâm Sancağının dikicisi, dîne sokulan bid‘at ve zulmetlerin def‘ edicisi, ulular arasında himmetlerin en yücesinin kendisine tahsis edileni, Melik ve Sultânların yakını, devletin ve dînin Hasen’i (Güzel’i) ‘Abdu’llâh oğlu Hasan Ağa -bekâsı dâ’im olsun!-” (Orijinal vakfiye, st. 7-9; VGMA, Defter, nr.: 2163/70-71, s. 80, st. 6-8; s. 82, st. 6-7)

[6] Krş. H. Yılmaz, “Keşfedilen Kabri…”, 394.

[7] Mehmed Süreyyâ, a.g.e., II, s. 118. Müellif Sicill-i ʿOs̱mānī’nin IV. cildinde ilk Sekban-başı olarak fetret devrindeki “Ḥasan Aġa”yı zikreder ve ardından Ulubatlı “Ḥasan Aġa”nın da İstanbul’un fethi sırasında Sekban-başılık rütbesinde olup, bu esnâda şehid olduğuna bir kez daha işaret eder (a.g.e., IV, s. 170).

[8] Meselâ, bk. BOA, İE-EV. nr.: 40/4554; C.EV, nr.: 242/12073.

[9] Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-119/1033 (988-91/1580-83), vr. 97b.

[10] Ahmed Bâdî Efendi, Riyāż-ı Beldeʾ-i Edirne, I, Bayezid Devlet Ktp. nr.: 10391, s. 54.

[11] Georgios Sphrantzes, “Cronica (Chronicon Maius): 1258-1481”, Memorii, II, Edıtıe Critica de Vasile Grecu, Editura Academiei Republicii Socialiste Romania, Bucureşti (Bükreş) 1966, pp. 590-591.

[12] G. Sphrantzes, “Chronicon Maius”, II, pp. 426-429; Kriton Dinçmen, Şehir Düştü, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 95-96.

[13] VGM, Hasan Baba Mescidi ve Türbesi, Dosya: 532, Fotoğraf nr.: 3998. Manzûmenin günümüz Türkçesi’ne tercümesi şöyledir:

“Elimde ateş saçan kılıç, dilimde Settâr’ın nazmı (Allâh’ın tekbîri)
Ben oldum Fâtih’in o gün göz kamaştıran sancaktârı
Kahır pençemle düşmanla Rüstem’ce ulu gazâ ettim
Kanlar içinde kalarak oldum Şehîdlerin Serdâr’ı
Hâl ve ahvâlimi kimse, Hân bile bilmeden yatardım
Meğer mânâ âleminden yöneltmişler bu güç ihtârı
Kandilimi yakıp uyaranın durağı cennet olsun;
Hüdâ olsun tüm işlerinde onun yardım eden Yâr’ı
De Sıdkî bu kabrin tâmirine noktalı harfle târîh:
Ne devlet ki Hasan Baba’dır sekiz burcun sancaktârı / 1453.”

[14] Bu sırlamanın çağdaş tarihî veriler ışığında tespiti için, bk. H. Yılmaz, “İstanbul’un Fethinde Burçlara Sancak Dikme Probleminin Çözümü: ‘Ulubatlı Hasan’, ‘Balaban’, “Mustafa’ ve ‘Karışdıran Süleyman’”, Toplumsal Tarih, sy.: 309 (Eylül 2019), s. 62-69.

[15] Bu tarihî sentezin dayanak noktaları ve çağdaş bilimsel kanıtlarla daha geniş izahı, konu ile ilgili bildiri metnimizde ve yakında çıkacak olan kitabımızda ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır.

[16] Michael Ducas, Historia Byzantina, ed.: İmmanuel Bekker, Bonn: Impensis Ed. Weberi, 1834, p. 285, Dukas, Bizans Tarihi, çev.: Vladimir Mirmiroğlu, İstanbul Fetih Derneği Yayınları, İstanbul 1956, s. 175.

[17] Critobul din Imbros, Din Domnia Lui Mahomed al II-Lea Anii 1451-1467, editie de: Vasile Grecu, Editio Academiae Reipublicae Popularis Romanicae, 1963, LXI/2, 140-141; Kritovulos, Kritovulos Tarihi: (1451-1467), çev.: Ari Çokona, Heyamola Yayınları, İstanbul 2012, s. 228-229.

[18] İbn Kemâl, Tevārīḫ-i Āl-i ʿOs̱mān, VII. Defter, Tıpkıbasım, nşr.: Şerafettin Turan, TTK Yayınları, Ankara 1954, s. 64.

[19] Critobul din Imbros, Din Domnia Lui Mahomed al II, LX/2, p. 138-139; Kritovulos Tarihi, s. 228-229.

[20] Critobul din Imbros, a.g.e., LX/2, p. 138-139; Kritovulos Tarihi, s. 228-229.

[21] Mehmed Süreyyâ, a.g.e., II, s. 118.

[22] BOA, Ṭapu Taḥrīr Defteri, nr.: 251, s. 419-420.

[23] İBB Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, nr.: O.71, vr.  168a; vr. 201a; vr. 43a; BOA, TD, nr.: 20, s. 5; BOA, TD, nr.: 77, 133.

[24] Bunları ortaya koyan kanıt ve belgeler bildiri ve kitap metinlerinde uzun uzadıya gösterilmiştir.

[25] Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-119/1033, vr. 99a.

[26] Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-119/1163, vr. 112b.

[27] Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-119/310, vr. 28a; Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-119/1033, vr. 99a.

[28] Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-119/310, vr. 28a; nr.: A-119/1033, vr. 99a; nr.: A-119/1170, vr. 113b.

[29] BOA, TD, nr.: 470/80; TD, nr. 77, 329.

[30] Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: A-105/1586, vr. 86a (183).

[31] Meselâ, bk. Bursa Şerʿiyye Sicilleri, nr.: B-123/240 (1190-91/1776-77), vr. 22b, st. 42-43; BOA, İE.EV. nr.: 40/4554; BOA, ‘Ali Emîrî, SAMD.III.58/5769; BOA, C.EV. nr.: 338/17168.

[32] Konu üzerine yazdığımız hemen her makalede, kronikle ilgili asılsız iddiaların tümünü Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi’nde sunduğumuz sempozyum bildirisinde çürüttüğümüzü açıkça belirtmiş, hatta akademik kısa bir makalemizde de konu ile alâkalı birkaç örneğe yer vermiştik (krş. H. Yılmaz, “Keşfedilen Kabri…”, 384-389). Yayımlanmak üzere olan bildiri metnini şayet bizden istemiş olaydı kendisine mutlaka vereceğimizi ve bunun tek bir telefonla mümkün olduğunu yazar çok iyi bilmekteydi. Bu yöntemi seçmemiş olması tamamen bir tercih meselesi olduğundan, bizim de kendisine burada yazdıklarımızdan başka verecek herhangi bir cevabımız yoktur.

[33] Emrah Safa Gürkan, Bunu Herkes Bilir, Kronik Kitap, İstanbul 2020, s. 196.

[34] Sphrantzes, “Chronicon Maius”, II, pp. 426-429; Kriton Dinçmen, a.g.e., s. 95-96.

[35] VGM, Hasan Baba Mescidi ve Türbesi, Dosya: 532, Fotoğraf nr.: 3998.

[36] Gürkan, a.g.e., s. 196.

[37] Gürkan, a.g.e., s. 196-197.

[38] Gürkan, a.g.e., s. 196.

[39] Gürkan, a.g.e., s. 195.

[40] Krş. H. Yılmaz, “İstanbul’un Fethinde Burçlara Sancak Dikme…”, s. 62-69.

[41] Gürkan, a.g.e., s. 197.

[42] Critobul din Imbros, Din Domnia Lui Mahomed al II, LXI/2, pp. 140-141; Kritovulos Tarihi, s. 228-229.

[43] Krş. H. Yılmaz, “İstanbul’un Fethinde Burçlara Sancak Dikme…”, s. 53-56.

Hakan YILMAZ

Hakan YILMAZ / Araştırmacı-Yazar & Yeniçağ Tarihi Uzmanı 21 Şubat 1977’de İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde dünyaya geldi. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı’nda başladığı Yüksek Lisans (Master) eğitimini “İbn Kemâl (Kemâl Paşa-zâde): Tārīḫ-i İbn Kemāl / VI. Defter (İnceleme-Transkripsiyon-Tıpkıbasım)” başlıklı teziyle tamamladı. Kuruluş devri Osmanlı tarihi ve Yeniçağ tarihi ile ilgili yeni bulgular ve bilimsel tartışmalara yönelik makaleleri 2004 yılından beri farklı akademik ve popüler dergilerde yayımlanmakta olup, uzmanlık alanı ile ilgili farklı sahalarda araştırma ve çalışmalarını sürdürmektedir. e-posta: [email protected] | [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
Etiketler:
Hakan Yılmaz
  • YENİ
Bir Mektup.. Bir Tehdit… Bir İsyan…

Bir Mektup.. Bir Tehdit… Bir İsyan…

Haber Merkezi, 13 Mart 2024
Kalfatlı – Kalafatlı ve Kültürel Kimliği

Kalfatlı – Kalafatlı ve Kültürel Kimliği

Dr. Yaşar KALAFAT, 11 Mart 2024
İnegöl’de Bir Yıldız Söndü

İnegöl’de Bir Yıldız Söndü

Haber Merkezi, 11 Mart 2024