Quantcast
Necip Fazıl ve Dersim Yalanı – Belgesel Tarih

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN
Prof. Dr. Hilmi  ÖZDEN
Necip Fazıl ve Dersim Yalanı
  • 17 Nisan 2021 Cumartesi
  • +
  • -
  • Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN /

Loading

Star Gazetesi 25.Ağustos.2012 tarihinde Necip Fazıl Kısakürek’in “27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu” (1) mecmuasının tıpkıbasım ekini okuyucularına verdi. Günlerdir televizyonlarda tanıtımı yapıldı.

Gazetenin ilk sayfasının ilk satırında büyük puntolarla Necip Fazıl’ın “İnsanoğlu Dersim’den daha büyük bir zulüm ve günah görmemiştir” ve “Hozat’ta, alevlerin içinden kaçmak isteyen bir genç kalaslarla alevlerin içine itilmiş ve yanışı sigara içilerek seyredilmiştir” hezeyanları bulunmaktadır.

Evet hezeyan! Bu cümleler, Aziz Türk Milletine, devletine, Ordusuna yapılan en büyük iftiralardan biridir. Necip Fazıl Kısakürek, gençlik yıllarımdan başlayıp, uzun dönemler hemen hemen her eserini okuduğum bir edebiyatçıdır. Bu idrak ve düşünce tutulması cümleleri ile ilk defa “Son Devrin Din Mazlumları” kitabında karşılaşmıştım (2).

Büyük Doğu’da tefrika edilen (orijinal nüsha yıllarında (1950) henüz dünyaya gelmemiştim) sonra bahsettiğim kitabına da aldığı “Doğu Faciası-Dersim” yazısını okuduğumda (1976) ya gençliğimin verdiği hassasiyetsizlik ya da “Üstad”a duyduğum gereksiz hayranlık bu cümlelerdeki korkunç “Millî Tahribata” önem verdirmemişti. Çünkü bizim nesil onun “Sakarya Destanı” “Çile” ve diğer şiirleri ile ruh dünyamızı teselli ediyor. “İdeologya Örgüsü” ile derli toplu “Teori” el kitabını buluyorduk.

“Gençliğe Hitabesindeki; Ak sütün içindeki ak kılı fark eden gençlik” sözleri ile duygularımıza hitap edilmesi ise hoşumuza gidiyordu. Fakat düşünme ve sorgulama yeteneklerimiz her halde bizden kaçıyor yahut biz onlardan kaçıyorduk. Fakat Kur’an’ın (Yunus. 100. ayet) “Allah Aklını işletmeyen topluluklara gökten pislik yağdırır.” Hitabını düşünmüyorduk. Çünkü “üstad”lar her şeyi bilir ve bizim adımıza düşünür, yazarlardı.

Günler ayları, aylar yılları kovaladı ve Türkiye’miz uzun süredir aklını idrakini, ilmi askıya almış nesillere yazıklar olsun diyecek dönemlere geldi, çattı. Bu yıl TBMM’de bile gündeme gelen Necip Fazıl’ın bu yazısı, maalesef ilmî verilerden ve hakikatten uzaktı.

Necip Fazıl’ın tutarsızlıklarını muhafazakâr okuyucular yakinen bilirlerdi. Kendi iç çelişkileri ve yazılarındaki dengesizlikler sadece güçlü üslubu ve hitabeti ile perdelenmişti. Analitik zihniyete sahip olmayan insanlar da O’nu özellikle uzaktan hayranlıkla seyretmişlerdi. Edebiyatta güçlü, şiirde devrinin önemli isimlerinden olmasına rağmen, hatalarının ve bu yazıda olduğu gibi devletine ve şanlı ordumuza yaptığı suçlama O’na en büyük vebal olarak yeter de artardı. İşte cehalet abidesi satırları; “En aşağı 50.000 Müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyla tespit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.” (N. Fazıl 1976: 150)

“Cesetleri değil, manaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil Müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedî idam kararı verecektir?”  (N. Fazıl 1976: 10)

Akla hayale gelmedik hikâyeleri Necip Fazıl hangi belgelerle yazmıştır? Bu korkunç katliam rakamını Türk Ordusuna nasıl isnat etmektedir? İptidaî bir nakil geleneği ile hiçbir sahih delillendirme olmadan yazdığı fecaat cümlelerden birkaçı daha: “Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor: “Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size ispat edeyim!” Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınları gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vaka, bana, 1944 yılında, Eğridir’de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen âmirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır. N. Fazıl 1976: 151)

Böyle bir ifade belge olabilir mi? “yanan adama karşı sigarasını içtiğini söyleyen bir amir var, bu olayı (?) ondan dinleyenler var, onlardan dinlediğini tetkik etmeden tetkik etme noktasında da olmayan bir Necip Fazıl var. Günümüzde ise dört bir taraftan saldırıya ve ithamlara uğrayan bir Türk Milleti var.

O’na göre bir başka olay “Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.” (N. Fazıl 1976: 151)

O’na göre Bir başka olay daha “Bu arada, Hozat’ın Zımbık köyünde (Şekspir)’in hayaline bile taş çıkartacak bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyla doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor, öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu âlet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona “Besi” adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu âlet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.” (N. Fazıl 1976: 152)

O artık hayalin ötesinde yazdığı satırların ilerde nelere mâl olacağını düşünmeden Cumhuriyet Türkiye’sine vurmaya devam eder. Asla hayatı boyunca Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran irade ile barışık olmadı.Fakat gerektiğinde, siyasî iktidarlarla özellikle DP iktidarı ile son derece karşılıklı iyi geçindiği dönemler de oldu.

Yazı serisini muhafazakâr diyebileceğimiz insanları da itham ederek nihayetlendirir: “Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur. Celâl Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir. Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz!” (N. Fazıl 1976: 153-154)

Şimdi bu yazının gerçekle uzaktan yakından ilgisi var mı? Onu tetkik edelim:

Bu konu da özellikle piyasaya o kadar çok eser sürülmektedir ki Türk Milleti suçluluk psikolojisi içinde yıpratılmak ve teslim alınmak pes ettirilmek istenmektedir. Star gazetesinin zamanlaması da son derece çarpıcıdır.

Tarihi süreç içinde incelediğimizde Dersimde görülen isyanlar ve Seyit Rıza’nın başını çektikleri, Osmanlı döneminden itibaren başlar ve yıllarca sürer. Derebeylik ve ağalık sultasının hüküm sürdüğü coğrafyada köylüler ezilmekte, zalimlerin zulümlerine ses çıkaramamaktadır.

Ermenilerin de bulunduğu dönemde Ruslar başta olmak üzere birçok Avrupa devletinin desteği ile Ermeni çeteler bu yörede masum Türkmen, Zaza, Gurmanç aşiretlerinin kanını dökerler. Osmanlı Devleti zaman zaman da çaresiz kalır. Dersim o günlerde 6300 km2’lik bir yüz ölçüm ile yaklaşık 75-100 bin nüfuslu çoğunluğu göçebelerden oluşan aşiretlere malikti. Dersim’in; Harput, Erzincan, Diyarbakır gibi önemli şehirleri kontrol edebilecek bir mevkie sahip olması ise stratejik konumunu artırıyordu. Aşiret ağaları ve sözde Seyitler derebeyliklerini coğrafyanın verdiği avantajla sürdürüyorlardı.

Maalesef Anadolu insanı bugün olduğu gibi o günlerde de saftı ve aldatılmaya müsaitti. Evet aldatılmayı seven, kolayca irademizi teslim etmeye hazır bir milletiz. Her kendini Seyit diyeni, Şerif diyeni bu aziz millet baş tacı etmişti. Buna devlet ricali de dahildi.

Timurlular, Osmanlılar, Safeviler ve nicelerinde böyle oldu. Halbuki gerçek hiç de sanıldığı gibi değildi. Bu mübarek Seyitlik, Şeriflik sıfatlarını kendilerine ait olmadığı halde istismar için kullanıyorlar, Ehl-i Beytin şanlı tarihi ile örtüşmeyen her türlü eşkıyalığı O mukaddes nesle bulaştırmak istiyorlardı. Onun için değerli araştırmacı alevi, ehlibeyt meşrepli “Rıza Zelyut”, “DERSİM İSYANLARI VE SEYİT RIZA GERÇEĞİ” (3) isimli belgelerle hazırladığı eserinde Seyit Rıza için şu ifadeleri kullanıyordu: “Dersim Halkına en büyük zulmü yapan isim olarak anılması gerekir” (R. Zelyut 2010: 251)

“Seyit Rıza menfaati için her şeyi yapabilecek bir tıynette idi. Meşrutiyetten evvel Ermeni komiteleriyle de birlikte çalışmış, Taşnaksütyun komitesine yazılarak, onların gayelerine ant içmiş derlerdi. Üstelik millî mücadelenin başlarında Zara ve Ümraniye havalisinde karışıklıklar çıkaran aşiret reislerinden Alişan Bey’in kstibi, akıl hocası olan Alişer ve Koçkiri aşiretinden elini kana bulayan birçok katiller, senelerden beri Seyit Rıza’ya sığınmıştı.

1925 Şubat’ında Şeyh Sait isyan ettiği vakit Dersim ağaları Cumhuriyet’e bağlılıklarını teyide geldiğinde. Seyit Rıza bunların arasında yoktu. Hakikaten o, yerinden kımıldamadı ama kendisinin itimada değer bir adam olmadığını ispat etti… ” (R. Zelyut 2010: 265)

Rıza ZELYUT eserinde; Seyit Rıza’nın seyit olmadığını da ispat ederek; O’nun İngiltere, Fransa, Rusya bağlantılarını da ortaya koymaktadır. (R. Zelyut 2010: 304).

Birçok eserde Necip Fazıl’ın acımasız iftiralarının gerçek dışı olduğunu görebiliriz. Fakat Sayın Zelyut’un eseri son yılların belgelere dayalı ciddi tarafsız bir eseri olması sebebiyle “Dersim ve Seyit Rıza” olayını sizinle bu satırlarda paylaşmak istiyorum.

Yalancılara yeter diyecek bir belgeselin sayfalarına bakalım:

” Seyit Rıza’nın; Dersim’de en az 500 sene egemen olan derebeylik düzenini sürdürmek için mücadele eden ve bu düzenin nimetlerinden yararlanan isim olduğunu belgeler gösteriyor. Seyit Rıza; Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 yıl boyunca gönderdiği nasihat heyetlerini; arabulucuları, barış yoluyla bölgenin Türkiye’ye eklenme önerilerini reddetmiş; devleti de silahla korkutmaya çabalamıştır” (R. Zelyut 2010: 252)

Seyit Rıza, Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” dediği Osmanlı padişahını da uğraştırmıştı. “1324 (1908) senesi ilkbaharında Seyit Rıza önderliğinde tahammül edilmez bir isyan çıkmıştı. Asiler Ovacık havalisinde bulunan askeri kıtaları kuşatmışlardı. Hemen dört taraftan 17-18 tabur asker toplandı. Taburlar, önce kuşatmayı kaldırarak Ovacık Garnizonu’nu kurtardılar. Hozatlı asilerin hepsi Munzur suyu tarafına atıldı, bir kısmı dağa sığındı.

Tam o sırada Meşrutiyet ilan edildi. Ağalar şaşırdılar, memurlar şaşaladılar. Eşkıya mukavemetten vazgeçti, takip durdu. Yeri yurdu dağılan ağaların bu yumuşaklığını gören kumandan; “Bizim vazifemizi tamam. Artık bundan sonra mülki idarenindir” diyerek işin içinden temize çıkmak yolunu tuttu. Mutasarrıf, ağalardan para sızdırmak için kem küm ettiyse de kimse dinlemedi ve nihayet askeri harekâtın durdurulmasına karar verildi. Asker, garnizonlarına dönünce Dersim, yine eski Dersim oldu. Harekât neticesiz kaldı. Yapılan fedakârlıklar boşa gitti. Seyit Rıza bu hareketin de kahramanı idi.”(R. Zelyut 2010: 261)

“Osmanlı Devleti zamanında yaptığı saldırılar ve yağmalar yüzünden Seyit Rıza idama mahkûm edilmişti ama daha sonra bu cezası affedilmişti. Aşağıdaki belge bunu göstermektedir: “(28/Z /1330 Hicri) (08.12.1912) Pazartesi; Dersim’in Yukarı Abbas Uşağı Aşireti Reisi olub gıyaben idam cezasına mahkûm olan Seyid Rıza’nın hukuk-ı şahsiye davası baki olmak üzere afvı.” (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Dosya No: 156, Gömlek No: 1330/Z-04, Fon kodu: İ, MMS) (R Zelyut 2010:252)

“1920/1921 Koçkiri ayaklanmasının bizzat içinde bulunmamakla birlikte; Seyit Rıza bu ayaklanmaya ciddi katkıda bulunmuştu. Bu ayaklanmanın tanığı ve destekçisi olan Baytar Nuri şunları anlatmıştır: “Dersimdeki Koçkiri fedaileri, faaliyetten durmamışlardı. Dersime Türk kuvvet ve nüfuzunun girmesi mümkün değildi. Ağdat denilen Seyit Rıza mıntıkasında, Kürdistan bayrağı dalgalanıyordu. Türk kuvvetlerine karşı sistemli akınlar yapılıyor ve bu akınlar Türk hükümetini şaşırtıyordu. Bu sebeple Büyük Millet Meclisi; bir kararla Dersim mebuslarından bir kısmını, Erzincan mebusu Hacı Fevzi ile birlikte Nasihat Heyeti olarak Dersim’e gönderdi. Seyit Rıza, mühim bir kuvvetle Dersim merkezini işgal etti ve Mustafa Kemal’e çektiği bir telgrafla, Ankara’da bulunan ve Dersimliler adına mebus tayin edilen şahısların Dersim’i katiyyen temsil salahiyetini hayiz olmadıklarını, Dersim’in bağımsız bir Kürt idaresi istediğini ve bu millî istek Ankara hükümeti tarafından kabul ve resmen ilan yapabileceğini bildirdi.” (R. Zelyut 2010: 269) “O günlerde Türk hükümetinin durumu pek nazik idi, çünkü bir taraftan Yunan ileri hareketi ve diğer taraftan Dersimlilerin istiklal davası uğrunda yaptıkları savaşlar; Türkiye Büyük Millet Meclisini ikinci bir afv kararı vermek zorunda bırakmıştı.” (R. Zelyut 2010: 270)

Cumhuriyetin Kurulmasından itibaren Dersimin kalkınması için yapılan yatırımları Ağalık düzeninin yıkımı için sebep olarak gören Seyit Rıza her fırsatta devlete karşı samimiyetsizliğini sürdürdü. Türlü iyi niyet çabaları ve defalarca gönderilen nasihat heyetleri dinlenilmedi.

Fransızlarla Türkiye arasında 1937 yılında Hatay meselesini fırsat bilerek ve dış güçlerinde desteği ile isyan bayrağını açtı. Türkiye; Yunan savaşı sırasında Koçkiri, Musul Meselesinde Şeyh Sait, İran’da Kaçar Türk Hanedanının indirilip Pehleviler tarafından katledildiği dönemde Ağrı isyanları ile karşılaşmıştı. Bunları Necip Fazılın ifade ettiği gibi: Olayların “Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir” (N. Fazıl 1976: 154) sözü: Celâl, Cemâl, Kemâl sahibi Yüce Allah’ı, Sevgili Resülü Hz. Muhammed’in Ehlibeytin (onlara Selam Olsun) maneviyatını ve İslâm Ümmet’ini en hafif ifadesiyle aldatacağı vehminin hadsizliğine düşmek demektir.

Dersimde 1937-1938 de iki isyan ve iki harekât olmuştur. Birincisinde, Seyit Rıza ve taifesi bertaraf edilmiştir. İkincisi ise bazı aşiretlerin ısrarla isyanının devam etmesi üzerine yapılmıştır.

Rıza Zelyut, “İSYANLARDA KAÇ KİŞİ ÖLDÜ?” hususunu farklı dünya görüşlerine sahip kişilerin ifadeleri ışığında değerlendirir ve gerçekleri belgelerle ortaya çıkarır: “Dersim’deki iki ayaklanmada öldürülen insan sayısını Kürtçüler ve bunlara destek veren liberal takımı olabildiğince abartmaktadırlar.

Ayşe Hür; “Tahminlere göre 110 bin nüfusu olan Dersim’in 72 bin kişisi ülkenin değişik bölgelerine sürüldü” diyor. İsmail Beşikçi, “1937-1938’deyse, 50 binin üzerinde Alevi Kürdün öldürüldüğü görülmektedir.” iddiasındadır. DTP’li Şerafettin Halis; “Dersim’de 70 binle 90 bin arasında insanın kanına ve canına mal olan bir katliam yaşanmıştı.” diye konuşuyor. Mustafa Yelkenli, “Mustafa Kemal’in emriyle yüz bin kadar kişinin katliamına neden olacak bastırma operasyonu” yapıldı buyuruyor. Özlem Çelik: “Dersim’de 90 binden fazla insan öldürüldü.” diye iddiayı sürdürüyor .

Görüldüğü gibi, Dersim operasyonunu kötülemek için öldürülen isyancı sayısı ve sivil halkın nüfusu anormal biçimde yüksek gösterilmektedir ve bu konuda bir yarış yapılmaktadır.

İsyanın elebaşlarından Baytar Nuri de 1937 operasyonunda neredeyse; bütün Dersim halkının yok edildiğini ileri sürmüştür. Bunun doğru olmadığı; Seyit Rıza’nın savaş alanı dışında kalan ailesine bile dokunulmamasıyla ortaya çıkmaktadır. Üstelik; ertesi sene yeni bir ayaklanma başlatacak kadar kuvvetli bir nüfusun Dersim’de bulunduğu da anlaşılıyor. Yani; Dersim’de soykırım iddiasını o dönemin belgeleri açıkça yalanlamaktadır.

Millet Meclisi’nin 07.07.1939 tarihli toplantısında Dahiliye Vekili Faik Öztrak, Dersim isyanlarını özetleyen konuşmasında şu bilgiyi veriyor: “Dersim mıntıkasından şimdiye kadar toplanan silahların adedi 14.593’tür. Bu silahların hepsi son sistemdir.” 5 Eylül 1938 tarihli İngiltere’nin Türkiye Ataşesi tarafından hazırlanan raporda da Türklerin bölgeden 12 bin silah ele geçirdiği yer almaktadır.

Bu rakam; bugünkü anlatımıyla 3 PKK büyüklüğündeki bir isyancı gücü anlatır. Bunların; gerilla savaşını çok iyi bilen çeteler olduğu da dikkate alındığında; devletin yürüttüğü operasyonun çok zorlu olduğu anlaşılır.

İçişleri Bakanı Faik Öztrak, yukarıda andığımız konuşmasında, 1939’da bile Dersim’de hâlâ küçük bir bölgeye tam hâkim olmadıklarını vurgulamıştır. Kısacası; Dersim’deki isyancılar sonuna kadar direnmeyi sürdürmüşlerdir.

Operasyon sırasında devlet kayıtlarına giren bilgilere göre öldürülen isyancı sayısı binlerle değil ancak yüzlerle ifade edilmektedir. Son olarak 3. Ordu Müfettişliğinin yaptığı açıklamada, tarama bölgesinden ölü ve diri 7954 kişinin çıkarıldığı dile getirilmiştir.

Bu 7954 kişinin 5 bin ile 7 bin kadarı Batı bölgelerine sürülmüştür.

Bu rakamlara göre; Dersim isyanlarını bastıran askeri kuvvetlerin 2 yıl içinde öldürdüğü insan sayısı en fazla 2500 civarındadır. Bu 2500 rakamı; Dersim’de katliam yapıldı iddiasının dayandığı rakamdır. Bu rakamın içinde; bölgeyi terk ederek Erzincan, Elazığ, Sivas taraflarına kaçan nüfus da bulunmaktadır.”

Tam bu noktada Rıza Zelyut, Necip Fazıl’ın 50.000 sivil katledildiği iddiasının hiçbir belge ve bilgiye dayanmadığını vurgular.

“Dersim isyanları başladığında; bölgedeki bütün aşiretlerin nüfusunun 60-70 bin dolaylarında olduğu bir realitedir. 1937’de Tunceli’nin nüfusuyla ilgili olarak gazetelere yansıyan rakam da 70 bini göstermektedir.

Bilinmesi gereken bir gerçek de şudur: “1937-38 hareketi sonrasında, 1940 sayımındaki nüfusu ise 95 bindir. Nasıl oluyor da bütün nüfusu katledilen Dersim’de üç yıl sonra bu kadar nüfus tespit edilebiliyor. Üstüne üstlük orada sıkıyönetim uygulanırken ve bölgeye dışarıdan girişlere izin verilmezken.”

Rıza ZELYUT; “Bu operasyon, Dersim bölgesindeki katı aşiret reisliğini ve ağalık sistemini çökertmiş; bölge insanını özgürleştirmiştir. Bugün, Tunceli insanının en çağdaş değerlere açık olmasının; aklı ve bilimi savunan bireyler haline gelmesinin sebeplerinden birisi; Tunceli’nin devlet eliyle   derebeylerinden temizlenmesidir.

Dersim’i Türkiye’nin içinde ayrı bir devlet haline getirtmek hayalindeki Kürtçüler, buradaki çaresiz halkı, kendi davaları için bulunmaz bir kaynak gibi görüyorlardı. Bölgede 1930’larda Kürtçülük faaliyetinin yaygınlaştığını devlet tespit etmişti. (Jandarma Genel komutanlığı Raporu. “Dersim”, s.159) Fakat bu Kürtçülük düşüncesinin halk arasında yaygın olduğunu gösterecek bir bilgi bulunmamaktadır.

Yani Dersim’in Kürtçüleri oradaki aşiret reisleri, bazı Seyitler ve ağalar olmuştur. Bunlar kendi düzenlerini sürdürmek uğruna; Dersim halkını bile bile ölüme iteklemişlerdir.

1938 felaketine yol açan Kürtçülerin günümüzdeki uzantıları, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dersim’e, Alevi olduğu için saldırdığı türünden kışkırtmalar da yapmaktadır. Halbuki devlet adına hazırlanan raporda, Tunceli’ye yapılacak uslandırma harekatının Türklük Sünnilik veya Alevilik gibi gerekçelere dayandırılmaması gerektiği açıkça belirtilmektedir.

“O halde her zaman Dersim’e karşı yapılacak tedip hareketi beyannamesi ve hedefi; ne Türklük Sünnilik ve ne de Alevilik olmayıp ancak devlet kanunlarına mutlak itaat ve şekavetin meni gibi Dersimi ve aşiretleri fikren ve zihnen de çelecek ve mukavemet imkânlarını çok azaltarak ve namuslu ahaliyi bitaraf (tarafsız) ve belki de devlet tarafında bulunduracak bir esasa istinat ettirilmek icap eder. Ve ancak bu suretledir ki bir kısmı Türkçe bilmeyen bu eski Türkler kendi asıl milliyetlerine, Türklüklerine tedricen ısınmış ve dönmüş olacaktır (Jandarma Genel komutanlığı Raporu. “Dersim”, s. 185).

Görüldüğü üzere; devletin Alevileri hedef almak gibi bir tavrı asla olmamıştır. Tam aksine; Türkiye Cumhuriyeti, bölgeyi inceletmiş; burasının Alevi Türk kimliğini tespit etmiş; halkı kazanmak için yıllarca uğraşmış, birçok kez af çıkartmış ama sürekli isyan halindeki derebeylerine karşı kuvvet kullanmaktan başka çare bulamamıştır. Ve ilginçtir ki ilk saldırı yine Dersim derebeylerinden gelmiştir.

Bu yüzden; Dersim’de anaları ağlatanlar, bu bölgeyi demir cendere içine alan oradaki Seyit Rıza türünden derebeyleri ve onlara akıl hocalığı yapan Kürtçüler olmuşlardır.

Yukarıdaki belgeler ve bilgiler Tunceli halkına ışık olsun.  Düzgün Baba da şahit.” (R. Zelyut 2010: 366-372)

İşte fikir ve idrak namusuna sahip aydınımız Rıza Zelyut’un aydınlık ve aydınlatıcı araştırması. Diğer tarafta ise Necip Fazıl’ın her cumartesi STAR eki olarak verilen, verilecek olan “Büyük Doğu”sunda küçüklükler, fikir ve idrak tutulması hezeyanları. Hz. Musa’nın Kur’an’da (Araf: 155) Cenab-ı Allah’a bir duası ile satırlarımı noktalıyorum: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri helak eder misin Allahım?

 

Kaynaklar

  • Dedektif X Bir, Doğu Faciası. Tarih Boyunca Gelen Faciaların En Büyüğü. Büyük Doğu. 27. Ocak. 1950. sayı 16. s.3.(Star gazetesi eki. 25. ağustos.2012)
  • Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin din Mazlumları. Doğu Faciası. Büyük Doğu Yayınları. İst.1976. s: 150-154.
  • Rıza Zelyut, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği. Kripto Yayınları. 4. baskı. Ankara 2010

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN

Hilmi Özden, 1959 yılında dünyaya geldi. Konya ve Eskişehir’de İlk ve Orta öğrenime devam etti. Yüksek Öğrenimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde tamamladıktan sonra, iki yıl mecburi hizmet ve on altı ay askerlik görevlerini takiben Sağlık Ocaklarında, Köy Hizmetleri 14. Bölge Müdürlüğünde tabip olarak çalıştı. 1995 yılında Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalında Prof. Dr. Gürsel ORTUĞ ve Prof. Dr. Nedim ÜNAL danışmanlıklarında“Omurganın Torakal Bölümü’nde Medulla Spinalis Çaplarının Manyetik Rezonans Tekniği İle Ölçümü ve Değerlendirilmesi”isimli tezi tamamlayarak Anatomi doktoru ünvanı aldı. 2005 yılında ESOGÜ tarafından Nottingham Üniversitesine gönderildi ve Dr. Lopa Leach’in yanında angiogenesis üzerine çalıştı. Yurt içinde sıçan ve farelerde transplantasyon, embriyonik kök hücre ve mikrocerrahi üzerine çalışmalar yapan ekiplerde görev aldı. 2013 yılında, Eskişehir Türk Dünyası Başkenti Ajansı Danışma Kurulunda ESOGÜ temsilcisi oldu. Şu anda ESTÜDAM (ESOGÜ Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi) müdürü olarak da görev yapmaktadır. Anatomi sahasında yurt içi ve yurt dışı çalışmaları bulunan yazar ESOGÜ Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim dalında öğretim üyesidir. Evli ve iki çocuk babasıdır. E-Posta: [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
  • YENİ
Rusya’nın Kafkasya Siyaseti

Rusya’nın Kafkasya Siyaseti

Ekrem Hayri PEKER, 25 Nisan 2024
Devlet Ana ve Ahilik Geleneği

Devlet Ana ve Ahilik Geleneği

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 25 Nisan 2024
‘Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir’

‘Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir’

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 22 Nisan 2024
Her 10 Yunan Askerinden 6’sı…

Her 10 Yunan Askerinden 6’sı…

Haber Merkezi, 19 Nisan 2024
Tarihi Göztepe-Konak Tramvay Hattı

Tarihi Göztepe-Konak Tramvay Hattı

Hüseyin Yörükoğlu, 11 Nisan 2024
Bursa’nın Lezzet Durakları ve Değişim

Bursa’nın Lezzet Durakları ve Değişim

Ekrem Hayri PEKER, 2 Nisan 2024
YOLUN SONU! Çerkez Ethem ve Kardeşleri

YOLUN SONU! Çerkez Ethem ve Kardeşleri

Haber Merkezi, 29 Mart 2024