Quantcast
Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Metin BELGİN
Metin BELGİN

Sahne Tozunu Nasıl Yuttum?

Ahmet Vefik Paşa’nın adını taşıyan Bursa Devlet Tiyatrosu’nda bacak kadar bir velet olarak ilk izlediğim oyunu hayâl meyâl hatırlıyorum, Leylek Sultan… Babam götürmüştü, sadece belleğimde dans eden kızlar kalmış… Ama oyunun adını yıllar içinde o kadar tekrarlamışım ki, hiç unutmadım. Şimdi arşive daldığımda oyunu Haldun Marlalı’nın yazdığını, İlhan Usmanbaş’ın müziklerini bestelediğini, pek çok ünlü oyuncunun rol aldığını öğreniyorum. Şimdi o zamanlarda dolaşalım bakalım!

Leylek Sultan, Çocuk Oyunu, DT, 1960.

1960’lı yıllar… Yazları Mudanya’nın bir köyü olan Burgaz’da deniz kıyısında çadır kurup kamp yapıyoruz. Öyle şimdiki gibi beton yığını adı da Güzelyalı değil, zeytincilik ve balıkçılık yapan küçük sahil köylerinden biri… Üstelik yazlık sineması var, beyaz badanalı perdesinde çekirdek çıtlayarak izleniyor Türkan Şoray’la Ediz Hun’un aşkları… Her gece film değişiyor, her gün merakla kapısına gidip afişlere bakıyorum, güneşlenip yüzdükten sonra… Gelecek programda tiyatro afişi gözüme ilişiyor: Alo Orası Tımarhane mi? Nejat Uygur Tiyatrosu geliyor yarın akşam, heyecanlıyım, ertesi gün öğleden sonrayı iple çekiyorum, denize bile girmiyorum. Hani ben böyle dekor kamyonu falan beklerken, uzaktan bir traktör yaklaşıyor, bir adam iniyor tepesinden, Aaa, Nejat Uygur bu! Sinemanın önünde oynayan çocuklara sesleniyor: “Dekora bi el atın bakalım, yardım edenlere tiyatro bedava!” Hemen panoları taşımaya başlıyoruz, beyaz duvarın önündeki derme çatma yükseltiye…

Akşamüzeri köyün minibüsünden oyuncular iniyor, babam boşuna demiyormuş, “Bu memlekette tiyatrocuların işi zor” diye; gece tahta sandalyede oyunu izlerken önemli hissediyorum kendimi…

Sonra Renkli- Türkçe Sine’masal kitabımda anlattığım çocukça oyunlara girişiyorum, şimdi buraya da o kitaptan alıntı yapıyorum; “… Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunda çocuk oyunları; Halk Eğitim merkezinde amatör piyesler izliyorum.   Şimdi de tiyatro yapma zamanı… Evimizin kapısından girilince hayat dediğimiz yere kuruyorum sahneyi, annemin eski bordo perdelerini tele geriyorum, konserve kutularının içene monte ettiğim ampullerden spotlar takıyorum perdenin önüne. İskemleleri de dizdim mi salon hazır, hani şimdi merdivenaltı tiyatro tanımındakiler gibi aynen… Kemalettin Tuğcu öykünmesi melodramlar yazıyoruz arkadaşım Oğuz Sınırtaş’la, sonra da seyirci toplayıp, oynamaya çalışıyoruz çocuk aklımızla… Misafirliğe gittiğimiz evlerde kardeşlerim Müjgan ve Türkan’la hemen bir oyun uydurup, tulûat kumpanyası gibi takılıyoruz.”

 

Vatan yahut Silistre, Metin Belgin.

1969… 56 yıl önce yani… Gerçek sahneye ilk adımımı atıyorum Nâmık Kemal’in Vatan yahut Silistre oyunuyla… Burası Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nun altındaki Halk Eğitim Salonu… Tozunu ilk yuttuğum sahne işte burası… Ama o yuttuğum sahne tozunun pek farkında değilim henüz… İlkokul beşinci sınıf arkadaşlarımla yıl sonu müsameresine çıkıyoruz, bıyıklarım bile terlememiş, siyah makyaj kalemiyle bıyık çiziyor öğretmenim… Saçım da üstübeç beyazı, boyalarda kullanılan kurşun karbonat olan bir pigmentmiş, zehirlenmediğime şükrediyorum, tek gösterilik sahne heyecanını böyle yaşıyorum çoğunuzun yaşadığı gibi…

Ortaokuldayım artık, Bursa Erkek Lisesi’nin dayakçı, despot hocalarına dayanamayıp ertesi yıl Bursa Koleji’ne yaptırıyorum kaydımı, babam sağ olsun! Her gün Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunun önünden geçip gidiyorum okula, yan tarafında küçük bir sahne daha var; Halkevleri zamanında kurulan, Demokrat Parti zamanında kapatılan, sonra tekrar açılan; Aykut Sözeri, Gökhan Mete gibi tiyatro delisi abilerin sahneye çıktığı, Halk Eğitim Tiyatrosu adıyla temsillere devam eden Oda Tiyatrosu… Yine bi gün afiş panosunda bir ilân okuyorum: “Yeni temsil için oyuncu seçmeleri yapılacaktır.” Birkaç kez önünden geçiyorum panonun, iç sesim ya da şeytanım, “Hadi oğlum topla cesaretini” diye dürtüyor beni… Öğrencilerine arkadaş gibi davranan Aykan Uzoğuz hocama anlatıyorum durumu, o da destekliyor, şimdi sıra peder beyi ikna etmeye kalıyor; annem devreye girecek babamdan izin koparmaya, seçilecek miyim acaba?

O gün okulda derslerin nasıl zor geçtiğini anlatamam! Akşamüzeri tiyatronun önü kalabalık, Muhittin Korkmaz’a gözüm âşina yalnız, form doldurtuyor, sonra heveslilerin arasında sıraya giriyorum. Adımı seslendiklerinde kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyor, yönetmenle tanışıyorum, o küçük ama büyülü sahneye adım atıyorum, elime tutuşturulan metinden replikleri okuyorum hafif titreyerek; oldu mu acaba? Tekrar fuayeye gönderiliyorum, bir süre sonra yine içeri alınıyorum: “Peki okulun n’olacak?” Beklediğim soruya nasıl çalıştıysam problem olmayacağına dair ezberlediğim cümleyi kuruyorum hemen; yönetmen Selâmi Üney küçük oğul Özcan rolüne benim seçildiğimi açıklıyor sırtımı sıvazlarken… Gerçekten tozu mu yuttum hapı mı Allah bilir?

Muhittin Korkmaz (1953-2020)

Babam karşı çıkıyor tabii, hafiften bir gerginlik yaşanıyor, adam koleje bi ton para döküyor zaten, “Hani elektronik mühendisi olacaktın tiyatro nerden çıktı?” tepkisinde; haklı ama ben de haklıyım, artık 14 yaşındayım aklım başımda! O gece küs yatıyorum babama, okula bile gitmek istemiyorum sabah, kahvaltıda yelkenler biraz inmiş vaziyetteyiz; dersleri aksatmamdan endişe ediyor, tek şartı kırık not getirmemem, yoksa karışmazmış! Çaktırmadan göz kırpıyor annem, söz veriyorum düşük not almayacağıma, bi havalı çıkıyorum ki evden sormayın, inadım inat yapıcam, Aykan hocam da seviniyor, hadi başlasın artık provalar…

Bursa Koleji o zamanlar Atatürk heykelinin arka tarafındaki binada, öğleden sonra okuldan çıkıp adliyenin önündeki şipşakçı fotoğrafçılardan arkadaşlık kurduğum Bünyamin’le takılıyorum; geyik muhabbeti yapıyoruz, açık saçık fıkralar dinliyorum arkadaşlarıma hava atmak için, sonra Gümüşçeken’deki eve koşuyorum ders çalışmaya, akşamları da provaya… Gece yarısı dönüyorum provadan, saati kuruyorum, erkenden kalkıp ödevleri tamamlıyorum imtihanlara hazırlanıyorum.

Şimdi bir ayakkabı boyacısıyla tanıştırayım sizi, hayır, sivil polis falan değil, tiyatronun kapısının yanında sarı pirinç kaplama sandığında fırça sallayan kaytan bıyıklı, karayağız bir roman Ferit İrikaya… Tiyatroya girip çıkarken beni sürekli gördüğünden sohbetimiz şöyle gelişiyor; “İşini severek yapacaksın arkadaşım, ben çingeneyim, iyi ayakkabı boyarım, bu sayede tiyatrocuları tanıdım, beni figüran olarak sahneye çıkardılar aklımı başımdan aldılar, bu saatten sonra oyuncu olamam ama sahne arkasında onlara hizmet etmek istiyorum, yapıcam inşaallah!” Bir süre sonra ayakkabı boyacısı ve sandığı ortadan kayboluyor. “Ferit baba!” Devlet Tiyatrosu’nda çalışan herkes ona böyle hitap edecek, hem kadrolu aksesuarcı, hem figüran olarak emekliliğine kadar çalışacak harbi tiyatro sevdalısı… Geçmişte dolaşırken, tiyatro sevdamı körükleyenlerden biri olduğunu hatırladım, onu anmasam eksik kalacaktı bu satırlar…

Şair Selâmi ustaya ilk yönetmenim olarak selâm çakmalıyım unutmadan! Bana hem tiyatroyu hem de şiiri sevdirdi az şey mi? Provalar aksamadan devam ediyor, oynamadığım tablolarda ışık ve efekte yardım ediyorum, sonunda dekoru kuruyoruz, aksesuarları evlerden topluyoruz, hatta annemin en sevdiği avizeyi bile tavandan söküp götürüyorum, sahneye daha çok yakışıyor. Amatör tiyatroculuğun nasıl bir ruh olduğunu düşünüyorum bunları anlatırken, asla yitirilmemesi gerektiğini de…

Ocak, Namık Özbir, Metin Belgin, Orhan Korkmaz, Selami Üney, Nur Duymaz (Talip Koç arşivi).+

1971 yılının 20 Kasım Cumartesi akşamı Turgut Özakman’ın OCAK oyunuyla sahne ışıklarında seyirci karşısındayım, yuttuğum tozlar ciğerlerime yapışıyor artık… Kadroyu da saymalıyım: Selâmi Üney, Nur Duymaz, Şevket Karadere, Namık Özbir, Orhan Korkmaz, Fatma Şen ve ben… Bursa Hakimiyet gazetesinde övgü dolu bir yazı çıkıyor, sonra kulaktan kulağa yayılıyor, oyun öyle bir sükse yapıyor ki salon tıklım tıklım… 75 oyun oynamışız; İznik ve Kemalpaşa’ya turne yapıyoruz. Oyuncu ve öğrenci olarak hayatımı sürdürürken; okul tatile giriyor, karneler dağıtılıyor, sürpriz yapıyorum babama, kırık tırık neymiş, teşekkürle geçiyorum sınıfı… Sonrası ne olur bilemem ama verdiğim sözü tutuyorum işte…

Ocak, Bursa Halk Eğitim Tiyatrosu.

Devamında aynı sahnede yine Turgut Özakman’ın yazdığı oyunu oynıycaz, Güneşte On Kişi… Bu kez yönetmen Devlet Tiyatrosu’ndan Yıldıral Akıncı… O zamanlarda Ahmet Vefik Paşa’daki hazırlıklar kulaktan kulağa yayılıyor; Bursa Devlet Tiyatrosu yerleşik kadroya geçiyormuş, yeni müdür Âli Cengiz Çelenk tiyatro kursu falan da açacakmış… Oyunda duyduğum kulis dedikoduları başka düşlere uçuruyor beni; “Olmak ya da olmamak…” Bakalım n’olacak?

ACIKLI GÜLDÜRÜ, Literatür, 2020

Yazar Hakkında

YAZARLAR
TÜMÜ