Quantcast
Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Metin BELGİN
Metin BELGİN

Hey On Beşli

Babamın babasının tevellüdü 1315, yani Osmanlı zamanında 1898’de Emirsultan’da doğmuş, savaşların ve sefaletin ortasında büyümüş. Sultan Vahdettin Dolmabahçe Sarayı’ndaki tahtında otururken; asker Şefik kapıda nöbet tutarmış, bir gün nöbet değişimini beklemekten ayağına karasular inmiş, gelen giden yok, neden sonra zâbit yeni nöbetçiyi getirmiş, “Senin birlik Yemen’e hareket etti az evvel…” Şansı yavermiş işte!  Sözünü sakınmazdı, haksızlıklara tepki göstermekten de geri durmazdı, bu aile sırrı bile olsa… Birinci Dünya Savaşı’nda ilan edilen seferberlikte, herkes askere alınırken, tanıdık müftü sayesinde kayınpederini kapalı olan bir mescide imam tayin etmişler, böylece askerlikten yırtmış, o zamanlarda İstanbul doğumluların askere alınmadığını da dedemden öğrenmiştim.

Askerden sonra kalfasına bıraktığı kumaş dükkanını bomboş buluyor, hiçbir zaman ödenmeyecek veresiye defteri kalıyor elinde… Keşiş dağının eteklerinde Rıza babasından kalma kestanelikle ve avcılıkla geçimini sağlıyor. Günlerden bir gün, bir kuşa nişan almış, basmış tetiğe, geri tepmiş tüfek, başparmağını koparmış, o gün tövbe etmiş, yemin etmiş bir daha hayvan öldürmemeye…

Kurtuluş Savaşı’nın başka yüzünü de görmüş, işitmiş köyden köye gezerken; askerleri gece kaçmasınlar diye bağlarlarmış, bazı köylüler zâbitlerin boğazını kesmeye kadar götürmüş vahşeti. Milletin çok da gönüllü olmadığını, subayların mucize direnişi sayesinde harbin kazanıldığını savunurdu. İşgal altındaki Bursa’da köylerin yakıldığına da tanık olmuş, çetelerin düşmanla iş birliğine de… “Bizim askerin galip geleceğini anladıktan sonra saf değiştirip, zafer naralarıyla şehre indi bu eşkıyalar!” derdi, bayram törenlerinde başında kalpak, göğsünde istiklal madalyası taşıyanların çoğuna iyi gözle bakmazdı.

Cumhuriyet kurulduğunda, kırmızı beyaz kumaşlar taşıyor eve, karısı sabahlara kadar ay yıldız kesip bayrak dikiyor, hükümet kurumlarına… Halk Partisi’ne kaydını yaptırıyor Şefik Efendi; soyadı kanunu çıkınca, herkes nereliyse, ne iş yapıyorsa, kimin oğluysa öyle türetiyor soy ismini, bizimki Kasapoğlu falan istemiyor, nüfus memuruna bırakıyor, o da elindeki isim listesine bakıp ‘Belgin’ yazıyor nüfus kütüğüne…

Patikalardan dağa tırmanmaktan yorulmuyor, kışın ateş yakıp ayı inlerinde uyuduğu da oluyor, yazın Softaboğan’ın buz gibi sularına daldığı da… Adım adım keşfediyor Uludağ’ın her köşesini; bizde zirveye babamla tırmanıyoruz onun gibi, Yılanlıkaya’da kamp çadırında tatil yaparak geçiyor çocukluğum. Çalı çırpı toplamayı, ateş yakmayı dedemden öğreniyorum. Patikadan ormanın içlerine dalıyoruz, elimizde kuru dallarla, kurt ve tilkinin çok sayıda olduğu zamanlar, “Dalı arkandan yerde sürüyerek yürüyeceksin, hayvan dalın ucuna kadar gelir, sana yaklaşmaz!” Heyecanlanıyorum tabii, ama yürümekten, öğrenmekten vazgeçmiyorum. “Yılan çıkarsa karşına, koşarak kaçma, ok gibi fırlar, sana yetişir, zikzak yaparak uzaklaş, o da aynı hareketle peşine düşer, kolay kaçarsın!” Kolay mı? Kırda bayırda uyurken ağzından yılan giren köylüleri bacaklarından süt kaynayan kazanın üstüne asarlarmış, midedeki yılan süt kokusuna geri çıkıp, kazanda haşlanırmış. Of be dede! Üst üste dizili üç taş görüyorum, tekme atıyorum taşlara, dedem hiç kızmadan usul usul uyarıyor yine, “Onlar bizden önce buradan geçenlerin, geri dönüşte yollarını kaybetmemek için koymuşlar, şimdi onları düzelt, sen de bizim için dört taş diz bakalım!”


Şefik Belgin arkadaşlarıyla, Uludağ, 1950’ler.

Mudanya’nın karşısında Fıstıklı Köyü’nün hemen yanındaki fıstık çamlarıyla örtülü muhteşem sahil de keşfettiği, çadır kurup kamp yaptığı yerlerden biriydi, az ötemizdeki çadırlarda papaz okulu da kamp yapardı o doğa harikasında… Şimdi İhlas’ın beton evleriyle kuşatılmış… Ahbaplık etmeye, siyaset tartışmaya bayılırdı, gece ateşin çevresinde “Hey Onbeşli” türküsü söylenirse, hüzünlenir, iki tek atar, kalkar oynardı, işaret parmağıyla orta parmağını şıkırdataraktan…


Fıstıklı Sahili, 1960’lar… (Fotoğraf: Orhan Belgin)

Fıstıklı Köyü iskelesi, Metin Belgin, kardeşi Müjgan Üçel, 1960’lar…

Son işi koza eksperiydi, Koza Han’da küfeler arasında görürdüm onu, parmaksız Şefik koza dolu küfelere elini daldırır, kalitesini hemen anlar, ona göre fiyat biçerdi, bana da buz gibi koruk suyu ısmarlardı. Yıllar sonra öğrenecektim, Nâzım Hikmet Bursa Hapishanesi’nde yatarken, valilik koza üretimini özendirmek için şairden slogan yazmasını istemiş, o da veciz cümleler kurmuş, afişlere yazılmış, köy kahvelerine asılmış. Bu bilgiyi de paylaştıktan sonra dedeme dönüyorum yine…

Cumhuriyet Gazetesi okuyor, pirinç taşlı domino oynamayı seviyor kıraathanede, inhisar rakısını çay bardağında içiyor, bana maceralarını anlatırken… Ama ağzıma büyük bir parça peynir attığımda ekmeksiz, “katık et!” diye uyarıyor, savaşla geçen yıllarda ekmek karnesiyle tayın aldıkları zamanları unutamıyor.

Şefik Belgin, Uludağ, Yılanlıkaya, 1967

Öyle böyle derken 72 yıl yaşadı bu dünyada, öldüğünde çivit boyalı, pencereleri kafesli doğduğu evin bahçesinde yıkandı. 13 yaşıma kadar vakit geçirebilmiştim onunla, ilk kez sevdiğim bir insanı toprağa verdim, o gün metanetli bir çocuktum Emirsultan mezarlığında, ama o gece ateşim yükseldi, bir hafta hıçkıra hıçkıra ağladım. Ne zaman ormana gitsem, denizde sırt üstü hareketsiz yatsam, ateş yaksam, patikada yürüsem, bir dal alsam elime, parmaksız Şefik canlanır hatıralarımda…

Şefik Belgin (1898 – 1970)

Yazar Hakkında

YAZARLAR
TÜMÜ