Benim için ilginç anılar… Bakalım, size de öyle gelecek mi? Lambalı radyo dinleyerek büyürken, transistör sayesinde radyolar cebe girecek kadar küçülüyor, benim devreler de meraktan orada yanıyor işte… İlkokul dördüncü sınıfa geçtiğim yaz tatilinde babamın arkadaşı Selami Ayhan ustanın yanında radyo, pikap tamiri ve montajını öğrenen çırak oluyorum. Selami ustanın atölyesi Dayıoğlu Hamamı’nın karşısındaki sokakta, kendi ürettiği portatif radyolu pikapın markası da SARP (Selami Ayhan Radyo Pikap)
8 yaşında radyo dinleyen çırak pozu.
Henüz tiyatroculuğa karar vermemiş, ‘elektronik mühendisi’ olmaya hevesliyken Gümüşçeken’deki ahşap evimizin arkasındaki müstakil kısım bana tahsis ediliyor, küçük odamı atölyeye çeviriyorum. Anneannemin sünnet hediyesi kulaklıklı radyonun yanına pikap, sonra kasetçalar, hoparlör, ölçüm cihazları, lehim tabancası, matkap ekleniyor. O zamanlar bir çocuğun hayâl edemeyeceği teknik donanıma sahibim! Küçük oda benim sihirli dünyam, bir de radyo vericisi kurmuşum, komşu evlerden dinlenebilen, bu küçük radyo istasyonundan arkadaşlarıma müzik yayını yapıyor hava atıyorum ama sürekli frekans değiştiriyorum, çünkü babam uyarıyor; eğer yakalanırsam telsiz kanununa göre “casuslukla” suçlanırmışım. Korkutularak, hep baskı altında büyütülüyoruz ne yazık ki…
Neyse, çocukluğumu böyle kapalı devre yaşarken; evin arka kapısı da Tayyare Sineması’nın sokağına açılıyor, şimdiki Sanatçılar Sokağı’na… Odamın penceresinden yandaki evin penceresini gözetliyorum. Orada buruşuk yüzlü, hiç gülmeyen, beyaz saçlı, siyah örtülü komşu kadın oturuyor, masallardaki cadıları andıran… Yalnız yaşıyor, alışverişini kendi yapıyor, komşularıyla da küs gibi… Bazen müziğin sesini açtığımda, pencerede dinlerken yakalıyorum onu yine de hiç göz göze gelmiyoruz. Anneme soruyorum; kim olduğuna dair teferruat hatırlamıyor, ismini biliyor sadece, Mukbil Hanım…
Haftalar, aylar böyle akıp geçerken, bir gün kadının pencereden seslendiğini duyuyorum. “Çocuğum! Sana hususi bir şey vermek istiyorum.” Şaşkınlık içindeyim, evine çağırıyor, ‘hususi’ şeyi merak ediyorum, kapıyı açıyor, giriyorum odasına; ortada bir soba, sedir ve somya, duvarlar isli, tavandan bir ampul sarkıyor, karanlık bir ortamdayım, korktuğumu belli etmemeye çalışıyorum. Yaşlı kadın, somyanın altından ceviz kaplama bir sandık, bir boru, bir de kutu çıkartıyor, dikiş kutusunu andıran… “Bunlar ağabeyimin idi, öldükten sonra birileri kurcaladı bozdu. Bu sandıktaki müzikleri çok dinlerdim eskiden… Hepsi sana emanet, al götür!” İlk kez cadı gibi değil, melek gibi bakıyor gözlerime Mukbil Hanım… İsmi ‘talihli’ anlamına gelen kimsesiz kadın bana görünüşe aldanmamayı da öğretiyor galiba…
Heyecanla odama taşıdığım kutunun Thomas Edison’un icadı ilk ses kayıt cihazlarından fonograf olduğunu öğreniyorum, ceviz sandığı açınca üstleri eski harflerle yazılı mukavva kutuların içinden kayıtlı silindir kovanlar çıkıyor. Ama sesleri bir türlü dinleyemiyorum, çünkü fonografın diyaframı ve iğnesi yok! Yıllarca merakla bekliyorum, çeşitli denemeler yapıyorum ama nafile, fonograf ve ceviz sandık sessizce evimin antikaları arasında bir köşeyi süslüyor sadece…
Yapı Kredi Kültür Sanat, sergi kataloğundan, 1996
1979’da İstanbul’a taşındıktan sonra Devlet Tiyatrosu’nda Cemal Ünlü çıkıyor karşıma, gramofon ve taş plak delisi, Türk Kayıt Tarihi’nin kitabını yazan adam yani; bu kez onunla denemelere girişiyoruz fonografı çalıştırabilmek için… Eski ustalar tavuk ödünden diyafram, balık kılçığından iğne yapmaya uğraşıyor, yine olmuyor, birkaç silindiri heba ediyoruz tabii… Cemal Ünlü’nün girişimiyle 1996’da Yapı Kredi Kültür Sanat’ta sergileniyor; kayıtlar uzman Muammer Karabey’in fonografında dinleniyor ve Tanburi Cemil Bey’in bilinmeyen iki taksimi olabileceği düşünülüyor.
Ben ve Cemal Ünlü, devir teslim, 2017

Şimdi de 1980’li yıllarda Galata’ya uğrayalım! Yüksek Kaldırım’ın hemen başındaki ikinci el plak satıcısıyla tanıştırayım; Nazım’da yerli ve yabancı 33’lükler, 45’likler, 78 devir taş plaklar, ne ararsanız bulunuyor! Eskiciler genellikle gayrimüslimlerin evlerinden topladıkları plakları bu adama satıyor, o da üç beş kuruş üzerine koyup ekmek parası kazanıyor. Radyo tamircisinin deposunu kiralamış, plakları çuvalla orada saklıyor. Not defteri ve tükenmez kalemi var ama okuma yazması yok; yeni plaklar geldiğinde aranmasını isteyen telefon numarasını yazıyor deftere… Tamircinin çırağı arıyor plak meraklılarını… Nazım için yerli plaklar “şarkı” yabancıların hepsi de “caaz!” Kapağı temiz ve albeniliyse ederini ona göre belirliyor. Müşterisi de birkaç plak severden ibaret, çünkü müzik sektöründe kasetlerin saltanatı sürüyor; plak dönemi artık bitmiş. Ama ben vazgeçmiyorum, çocukluğumdan beri dinleyip biriktirdiğim plaklara bir de taş plakları ekliyorum.
Melih Ekener, Nazım, Yüksek Kaldırım, Galata.
Yine bir gün Yüksek Kaldırım’da hararetli bir alışverişe tanık oluyorum. Çuvallarla 45’lik kamyonete yükleniyor, merak ediyorum, ne olduğuna bakmadan yüzlerce plağı kim alıyor? Nazım paraları saydıktan sonra anlatıyor: “Bunlar Antepli çaydanlıkçı, eritip çaydanlık sapı yapıyorlar. Bir de akvaryumcu müşterilerim var. Onlarda taş plakları kırıp akvaryuma koyuyor, Melek balıkları var ya, üzerine yumurtluyormuş!” Aralarından Safiye Ayla, Hafız Burhan, Hamiyet Yüceses, Hazım Körmükçü, Münir Nureddin gibi pek çok ünlü sesin taş plaklarını kurtarıyorum ama kim bilir ne ‘hoş sadâ’lar kırıla kırıla akvaryuma atılıyor.
Hurdaya dönmüş plakların arasında Reisicumhur Celal Bayar’ın adına rastlıyorum. İçten dışa doğru kayıt yapılan 78 devir İstanbul Radyosu plaklarından… Celal Bayar’ın konuşma kayıtlarının bizim Nazım’ın tezgahına nasıl düştüğüne inanamıyorum. Sonra şöyle bir söylenti yayılıyor: “Darbeden sonra radyonun başına getirilen bir Albay, arşiv bölümünün temizlenmesini istemiş, böylece profesyonel plaklar sokağa atılmış ve eskiciler tarafından Yüksek Kaldırım’a taşınmış!” Arşivci arkadaşlarımı aradığımı hatırlıyorum, neler kurtarıldı orasını bilemem; çünkü bir süre sonra Nazım’da kayıplara karışıyor.
Uzatmadan zamanımıza döneyim! Fonograf ve kovan kayıtlarını Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Devlet Konservatuarı İbrahim Alimoğlu Müzik Müzesi’ne bağışlıyorum. Kayıtlar Berlin’de restore edilmeye çalışılıyor ama çok yıprandıkları için sonuç alınamıyor maalesef… Yine de 50 yıl sakladığım 100 küsur yıllık emaneti sonunda doğru adrese ulaştırdığım için mutluyum. Eğer müzeyi ziyaret ederseniz, pek çok değerli çalgının, kayıt cihazlarının arasında okuduğunuz bu satırların benzeriyle birlikte fonografı, ceviz sandığın içindeki kovanları görebilirsiniz; Bursalı Mukbil’i bir kez daha anarak…
İbrahim Alimoğlu (Müze kurucusu)
(AKÜ) Devlet Konservatuarı İbrahim Alimoğlu Müzik Müzesi



