Sinema, bir çocuğun sahip
olabileceği en güzel oyuncak.
Orson Welles
Bursa’da çocukluk zamanlarımın sinemalarını birlikte gezelim mi? 1960’lı yıllar… Tayyare Sineması’nın önündeyim; tayyare cemiyetinin, benim bildiğim adıyla Türk Hava Kurumu’nun şehre kazandırdığı, Raşit Rıza kumpanyasının temsilleriyle 1932’de tiyatro olarak açılan; Süreyya operetinden, Darülbedayi’ye, sonra da turneye çıkan bütün özel tiyatroların Bursalı seyirciyle buluştuğu sahne burası… Ben biraz harap haldeki sinema zamanlarındayım, afişlere, lobi fotoğraflarına bakıyorum, kulağım oynayan filmin seslerini dışarı duyuran hoparlörde; önce dinliyorum, hoşuma giderse bilet alıp giriyorum. 2 film birden, matineler devamlı… Hıçkırık, Camoka’nın İntikamı, Samanyolu, Malkoçoğlu, Senede Bir Gün, Krallar Ölmez, Vesikalı Yarim gibi Yeşilçam’dan bir melodram, bir avantür film peş peşe… Komedileri de sayayım; Abidik Gubidik, Helal Adanalı Celal, Şaka ile Karışık, Şepkemin altındayım, Hüseyin Baradan Çekilin Aradan…


Şimdi rüya gibi bir hatırayı sıkıştırayım araya… Setbaşı’ndaki Atatürk İlkokulu’na başlamışım, günlerden bir gün filmlerde ‘Ayşecik’ olarak bellediğim Zeynep Değirmencioğlu giriyor sınıfa, gözlerime inanamıyorum, kısa bir konuşma yapıyor, bize öpücük yolluyor. Sanırım film çekimi için gelmiş, niye bizim okula getirdiler, neden sınıfları dolaştırdılar o kadarını hatırlamıyorum. Sonrasında onun filmlerini izlerken yakın plan bakışında beni tanıyor gibi hissediyorum çocuk aklımla…

Ayşecik, Zeynep Değirmencioğlu.
10 yaşında falanım, evde kardeşlerim Müjgan ve Türkan’la pek rahat durmuyoruz, ortalığı fena dağıtıyoruz, annem temizlik yapacağı sabah 11’de Tayyare Sineması’na yolluyor bizi. Üç kardeş, elimizdeki filede ekmek arası kuru köfteler ve Uludağ gazozu, biletlerimizi kestirip, ışıklar kararmadan oturuyoruz numaralı koltuklarımıza, bizden başka birkaç seyirci var. 2 filmi de seyrettikten sonra, arada dışarı çıkar gibi yapıyor, başka kapıdan yeni gelmiş gibi girerek, başka koltuklara oturuyoruz, ikinci kez izliyoruz aynı 2 filmi… Sahneler ezberimde, lâkin büyüye doymuyorum, bir kere daha izlemek için ışıklar karardığında tuvaletten dönüp, yine giriyoruz salona; işte o an yer göstericinin feneri suratımda parlıyor, eyvah yakalandık! Adam kızmıyor, vaziyetin farkında uyarıyor, “Oğlum akşam oldu, hava karardı annen merak etmiştir!” Yüzüm kızarmış halde, istemeye istemeye, boş fileyi de unutmadan eve dönerken, Malkoçoğlu pozlarında yürüyorum.

Kardeşlerim Müjgan, Türkan ve ben.
Şimdi peşime takılın, bizim eve götüreyim sizi; kebapçı İskender’in önünden geçelim, Foto Aloy’un fotoğraflarla dolu vitrinine göz atarak, Suhulet kitapçısından hemen sola, Gümüşçeken’e sapalım, Çiçek köftecisinin bitişiğindeki iki katlı sarı ev, demir kapının iki yanında terzi ve elektrikçi dükkanları olan. Alt katta merdivenlerin yanındaki odunluğu sinema salonuna dönüştürme hayâlindeyim. Baharda odun kömür tükenince karanlık oda boşalıyor. Önce gaz tenekesinin içine ampul yerleştiriyorum, harçlığımla da mercek alıyorum, el yapımı projeksiyon hazırlıyorum yani… Beyaz çarşafı geriyorum duvara, sandalyeleri diziyorum. Dilek Sineması’nın makine dairesi Nasuh Paşa Hamamı’nın sokağında, makinistin kesip attığı film karelerini sokaktan topluyorum, gaz tenekemin önüne yerleştirip, çarşafa yansıtıyorum, sinemacılık böyle başlıyor, kapıda bilet bile kesiyorum okul arkadaşlarıma…
Makinistlerin de kulaklarını çınlatalım mı? Jeneratörü olmayan sinemalarda elektrik kesilince salon kapkaranlık olur, çakmaklar çakılır, yer göstericiler fenerlerini yakar, çıt çıkarmadan beklenir. Ama film koptuğu ya da ses kesildiği zaman “MAKİNİST! MAKİNİST SES!” diye bağırışlar, ıslıklar yükselir. Eğer öpüşme sahnesine makas atılmışsa ıslık tezahüratı maçları aratmaz. Oyunu bozan Hakem yerine filmi doğrayan Makinist’e saydırılır işte…

Dilek Sineması’nda ilk izlediğim filmi de unutmuyorum; Pompei’nin Son Günleri… Geniş perdede Sinemaskop kovboy filmleri beni Vahşi Batı’ya sürüklüyor. Perdenin ön kısmı ‘Duhuliye’ diye ayrılmış, bilet fiyatı daha ucuz ama sigara içenler, ayakta duranlar, itiş kakış bir yer, filmin yarısında çıkıyorum, sonra harçlığımı biriktirip artık salondan bilet alıyorum. Doktor Jivago, 007 James Bond, Cinayeti Gördüm, Kasabanın Sırrı, İyi, Kötü ve Çirkin ilk aklıma gelenler… Hadi, kötü anımı da anlatayım! Sınıf arkadaşım Oğuz Sınırtaş’la sinemanın önünde AL-YE çikolatası satmaya kalkışıyoruz, rakip veletler çikolataları doldurduğumuz tahta tepsiyi çarparak deviriyor, sermayemiz ağaç dibindeki çamura batıyor, elim boş ağlayarak dönüyorum eve…
Ahmet Vefik Paşa tiyatrosunun altındaki Yeni Marmara Sineması’ndan Eğitim Araçları Merkezi’ne dönüşen salona (Şimdiki adı Dede Efendi Salonu’ymuş.) uğramazsam haksızlık olur. Çünkü o yıllar orası hem amatörlerin tiyatro sahnesi hem de hafta sonları Bursa’nın Sinematek’iydi adeta… Savaş ve Barış’tan, doğa ve denizaltı belgesellerine kadar ticari sinemalarda gösterilmeyen pek çok filmi izleme şansını orada yakalıyorum. Başka hatırladıklarım mı? Setbaşı Köprüsü’nün yanındaki Saray Sineması, eski adı Şafak’mış, Bursa’da ilk sesli film bu sinemada gösterilmiş. Altıparmak’taki Yazıcıoğlu Sinemaları’nın açılışını da hatırlıyorum; bina Bursa’da ilk AVM örneği, büyük salon da yeni teknolojiyle donatılmış. Mesela seyrettiğim Stanley Kubrick filmi 2001: Uzay Yolu Macerası’nı unutamam!
Yazlık sinemalar da unutulmazlar arasında; Irgandı Köprüsü’nün yakınındaki Rüya Sineması yerli filmler gösteriyor. Setbaşı Mahfel’in arkasındaki sinema, Yazıcıoğlu Sineması’nın yazlığı, yabancı filmleri yazın tahta sandalyelerde izliyorum, filmin seslerine çekirdek çıtırtıları karışarak…

8 milimetre film arşivimden.
1969’da babam Almanya gezisinden, 8 milimetre film göstericisi, kamera ve kasetçalar getiriyor. Artık çok havalıyım, evimizin bahçesinde ben de yazlık sinema açıyorum; Şarlo, Posta Arabası, Lorel ve Hardi gibi şahane filmleri arkadaşlarıma, komşulara gösteriyorum, hem de kasetçalardan müzikler eşliğinde… Sonra da gezdiğimiz şehirlerden görüntüleri yahut okul arkadaşlarımla çektiğim filmi yansıtıyorum çarşafperdeye…

Çektiğim filmlerden kareler; Bursa Festivali, Heykel ve Temenyeri, sağdaki ben.
O yıllarda televizyon henüz deneme yayınında, bizim eve çok sonra girecek! Hiç unutmuyorum, 20 Temmuz 1969 günü, Kafkas pastanesinin hemen yanında, beyaz eşya mağazasının vitrinindeki tüplü televizyona bakıyoruz, kalabalık caddeye kadar taşmış, yine birbirimizi itip kakarak, sanki kum fırtınasına tutulmuş siyah-beyaz televizyon ekranında Armstrong’un Ay’a ayak bastığını hayâl meyâl görüyoruz; teknolojimiz de emekliyor, demokrasimiz de…
Daha anlatacak çok şey var ama kafanızı şişirmeyeyim! Benim tiyatrodan sonra sinema aşkım bahsettiğim salonlarda izlediğim filmler sayesinde gerçekleşiyor. O yüzden 1979 yılında İstanbul’a yerleşip sinemanın kalbinin attığı Yeşilçam’a postu sermeye karar veriyorum, çocukluk hayâllerimin peşinde…
Son jenerikte isimler okunmasa, silinse, unutulsa bile mesleğe emek verenleri saygıyla selâmlıyorum.



