Dinlere ve mollasından papazına din adamlarına göre her heykel puttu. Her yıkılan kent, tanrının gazabına uğramış Sodom ve Gomora’dır; orada yaşayanlarda Lut kavminin çocukları. Bu yüzden nice çıplak kadın heykelinin kuyularda kireç haline getirildiğini biliyoruz. Sultan Ahmet Meydanı’nındaki o Yılanlı Sütun’un üç kafasının da bu nedenle yok edildiğini… Bu anlayış, bugün hangi çevrelerde ne kadar değişti tartışılabilir. Buda heykellerini de yıkanlar var, Atatürk heykellerine saldıranlar da…
Ancak bir inanca tutunmak isteyen halkı biraz farklı değerlendirmek gerekir. Atina’nın Eleusis’indeki eli başaklı Demeter tarlaların koruyucusuydu. Suriye’nin Hama kentindeki Luvi hiyeroglifi, kenti büyüden ve felaketten koruyan tılsımdı. İstanbul surlarındaki kabartmalar sökülürse kentin lanetleneceğine inanılıyordu…
Helen kütürüne hayranlıkla yetiştirilen Batılılar, Anadolu Rumlarına da Helen gözüyle bakmaktadırlar. Talanın ana nedeni de bu hayranlıktır. Anadolu Rumlarının Helenleştirilmesi, dinsel kanalla gerçekleştirilmiştir; o da son üç yüz yılın, özellikle 19. Yüzyılın marifetidir.
Aslında yağmanın bu ülkede, çok eski bir tarihi var. Haçlıların 13. Yüzyıldaki İstanbul yağması, Rönesans’a esin kaynağıdır kuşkusuz.
Osmanlı’da yağma, 1800’lerden başlayarak sırasıyla Osmanlı Yunanistan’ında başlamış, Mısır üzerinden Anadolu’ya ve Suriye’ye geçmiştir. Özellikle Ege ve Doğu Akdeniz’e. Napolyon’nun tarihe ve arkeolojiye ilgi duyan bir asker olduğunu biliyoruz; özellikle Mısır’a. Hiyeroglifin çözülmesini sağlayan Rosetta Taşı, bu seferin Fransa’ya armağanıdır. O bilim ve sanat adamı Ernest Renan’ı da Kitab-ı Mukaddes’in izinde Suriye’de görüyoruz. Renan’ın şu sözlerini, hiçbir arkeolog ve tarihçimizin unutmaması gerekir: “Arkeolojik buluntular Türkleri işaret ediyorsa da siz onları Türklere mal etmeyin. O zaman Türkleri Anadolu’dan sürmek zorlaşır.” Bu nedenle bir Batılı için antik Anadolu’nun ve Ön Asya’nın her şeyi Helen’dir.
O amansız tarihi eser kaçakçılığı, Batı’nın kendine kimlik aradığı günlerden beri sürüyor!… 19. yüzyıl kaçakçılığın dizginsiz yüzyılı. Onlara göre çalmanın adı da yapılan hizmetin ücretidir!…
Evet, Osmanlı’nın salt o gerileme dönemi değil, geçmişi de pür ü pak değildir. Osmanlı Selçuklu mirasına da duyarsızdır. Örneğin Konya’daki Alaaddin Köşkü, bu ilgisizliğin kurbanıdır.
Bulunan tarihi eserin 1/3 kazıyı yapana bulana, 1/3’ü mülk sahibine, 1/3’ü de devlete aittir. Peki, kazıyı yapan, satın aldığı mülkün de sahibiyse, bulduğunun 2/3’ünü alıp götürme hakkına sahiptir. Dahası kazıyı yapan kişi, eserleri “öncelikle seçme” hakkına sahiptir. Bu kurallar bir yana bir de Bab-ı Âli’nin yasal izinleri söz konusu; talanın asıl nedeni de bu. Evet, eski eser talanına, Fransız ve İngilizlerle, hatta Avusturyalılarla dostluk kurma amacıyla göz yumulmakta, padişah tarafından hediye olarak sunulmaktadır. Şu sözler, Osmanlı padişahlarının en aydını(!) II. Mahmud’a ait: “Beynel İslam’da musavver taşlar muteber olmayıp Avrupa ülkelerinde ise muteberdir.” Mısır hidivleri de o hediye severlerdendir; Kleopatra’nın İğnesi denilen o dikilitaş bir hidivin İngiltere’ye hediyesidir. Dahası askeri ve ticari antlaşmalarda da tarihi eser götürülmesine izin veren maddeler bulunmaktadır. Demiryolu hattının sağı solu da buna dahil. Bulunan sikkelerin alınıp götürülmesinde de hiçbir sınır yok…
1884 tarihli Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin (Eski Eserler Tüzüğü) 3. Maddesi, her türlü tarihi eserin devlete ait olduğunu vurguluyor; 8. Maddesi Osmanlı coğrafyasında bulunan eserlerin yurt dışına çıkışını yasaklıyor. Ne var ki 32 maddedeki o açık kapı, bütün bunları anlamsız kılıyor. O kapıdan her şeyi yurtdışına kaçırmak mümkün. Evet, o madde, Şark kurnazlığıyla 8. Madde’ye kurulmuş bir pusudan başka hiçbir şey değil. Bu maddeyle kazı yapan, bulduğunun % 50’sini yurtdışına çıkarma hakkına sahip. Buna bir de Maarif Vekili ve Müze-i Hümayun Müdürü’nün “bizde benzeri var” gerekçesiyle verdiği izinleri ekleyin. O yıllarda neler olduğunu merak edenler, hiç vakit kaybetmeden Yaşar Yılmaz’ın o iki yapıtına, “Anadolu’nun Gözyaşları”[1] ile “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü”ne[2] başvursunlar. Elbette İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne verdiği emeği, Osmanlı coğrafyasında aştığı yolları yadsımadan ve o çağın koşullarını göz ardı etmeden.
Koşullar buysa, dış politikadaki değişmelere göre yağmacılar da değişiyorsa, Batılıları üstünkörü suçlamanın da bir gereği yok. Koşullar oluşmadığı sürece “Tarihi eser yerinde güzeldir.” demek de ne yazık ki bir anlam ifade etmiyor. Sümer tabletleriyle onlar sayesinde tanıştık. Hiyeroglifleri, Sümer ve Hitit yazılarını çözenler; Asurbanipal’in kütüphanesi bulanlar, İştar Kapısı’yla buluşmamızı sağlayanlar da onlar. Peki, bu arada biz ne yaptık? Nemrut aslanı ile Komagene tanrıçasının başına gelenler ortada. Defineciler sayesinde dinamitlenmedik, balyozlanmadık bir şey bırakmadık neredeyse!
Bu ülkede, Troya’dan Bergama’ya, Efes’ten Milet’e, Knidos’tan Ksantos’a, Perge’den Zincirli’ye … soyulmadık bir tek antik kentimiz yok! Hele o kıyıya yakın kentler!… Taş taş sökülüp götürülen o Bergama Zeus Altarı’yla Milet’in Agora Kapısı şimdi Berlin’de… Babil’in İştar Kapısı da…
Talanın en yoğun yaşandığı dönem de Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Özellikle Ege’de; Sardes’te Foça’da… Sevr Antlaşması’nda bile arkeolojik buluntuların nasıl paylaşılacağına ilişkin madde vardır.
Talan’ın boyutunu kavrama açısından, çok küçük bir listeyle, salt İngiltere’de nelerimiz var, hadi bir anımsayıp geçelim: Gümüş Boğa (Alacahöyük), Knidos Aslanı, Demeter Heykeli (Knidos), Oturan Kadın (Milet), Kral Mouselles Heykeli, Kraliçe Artemisia Heykeli, Amazonlar Frizi, Bodrum Kalesi Rölyefleri (Halikarnas), Nereidler Anıtı, Pavaya Lahdi (Ksantos), Artemis Tapınağı kalıntıları (Efes), Samsat Steli (Adıyaman), Zeugma Mozaikleri (Gaziantep), İznik Çinileri (İznik)… Bunlar, British Museum’dakiler. Fatih Sultan Mehmet Portresi ise Victoria and Albert’te.
Şunu hiç unutmayalım, Viyana’da adıyla sanıyla bir Ephesos Müzesi var.
Sıla hasreti çeken onlardan bazılarıyla Avrupa müzelerinde buluştum. Tralles Afrodit’iyle Viyana Sanat Tarihi Müzesi’de, Milet aslanıyla Louvre’de. Milo Venüs’ü de orada beklemekteydi beni!…

Tralles Afrodit’i
(Viyana Sanat Tarihi Müzesi, Fotoğraf: Barış Şimşek)
[Uçun kuşlar uçun, sılama doğru!]
Gelelim Afrodisyas’a. 1840, Osmanlı’nın yabancılara kazı izni vermeye başladığı yıl. Texier ve Fellows da birbiri ardına Afrodisyas’talar.
Peki, bu iki yüz yıllık serüvene karşın Anadolu’nun bu büyük yağmasından, o arkeolojik talanından nasıl daha az hasarla kurtulabilmiş Afrodisyas? Örneğin, o demiryolcular, yeryüzünün notası saptanabilmiş o ikinci şarkısına ait Seikilos sütunu, ilki Mardin yöresinin Hurrilerine aittir, Tralles’ten Kopenhag’a götürürlerken Afrodisyas Afrodit’i nasıl yerinde kalabilmiş? Coğrafyanın şansı. Afrodisyas 1960’lara kadar bir yerleşim yerinin altındadır; denize ve demiryoluna da epeyce uzak…
Bir zamanlar Cumhuriyet’teki bir Fikret Kozok haberini kesip bir yere koymuştum. Ne diyordu Kozok: “Yurtdışına kaçırılan 37 eseri getirilebilmesi için 17 milyon dolar harcama yapıldı. Kaptırmak kolay, getirmek zor.”
Tek tek saydım, sözü edilen bu 37 eserin 18’i ABD’deymiş. Ya hâlâ saptanamayanlar, özel koleksiyonlardakiler; kadar var acaba? Afrodisyas da yaklaşık iki yüz yıldır Batılıların uğrağı. Yıllardır Amerikalıların mesken tuttuğu bir yer.

Paris’te bir Afrodisyaslı
[Sıla hasretiyle onun da gözü Anadolu ufkunda ve yorgun.]
Gelin, bilinenlerden birkaçını anımsayalım: İhtiyar Balıkçı’nın başı Afrodisyas’ta, gövdesi Berlin Altes Müzesi’nde; bir bronz yontu da. Bu sayfada fotoğrafını gördüğünüz Afrodisias’taki o Afrodit Büstü’nün benzerlerinden biri Kopenhag’da, öteki New Jersey’de. Bir Ana Tanrıça Büstü de Amsterdam’da. Bronz Köle Çocuk ile Kentur Sırtında Eros Louvre Müzesi’nde. “Sakallı Erkek Başı”nın biri Paris’te, öteki Brüksel’de… Paris’tekine dikkatlice baktığımızda onun için ne diyebiliriz? “Paris Bir Şenliktir” diyemeyeceğimiz muhakkak; desek desek Feridun Andaç gibi “Paris Bir Yalnızlıktır” diyebiliriz ancak.
Değişik zamanlarda geri gelenlerden biri “Şaşı Sakalı”nın başının yarısıdır, biri de matematikçi “Pythagoras” başı.
Evet, bugün, Afrodisyas’tan kaçırılan nice yapıt, sıla hasreti çekiyor. Fransa’da, İngiltere’de, Amerika’da… Oralardaki müzelerde ya da özel koleksiyonlarda. . Bir kısmı da İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Kenan Erim Salonu’nda. En değerlileri, ne yazık ki yurtdışında.
Peki, kimler mi yersiz yurtsuz bıraktı, bizim olan onca yapıtı? Özellikle Troya’yı soyan H. Schliemann, aynı meşrepten olan ve Carl Human’la Paul Gaudin ve ardılları… Sırasıyla önce Fransızlar, Almanlar ve İtalyanlar; sonra Amerikalılar. En büyük zararı verenler de o yörenin insanları. Kırıp dökmeyi pek seven, eline geçirdiğini parça parça satma meraklısı(!) o sanat fodulları. 1976’da Afrodisyas müze deposunun duvarını delenler, Efes’in Kuretler Caddesi’ndeki Hygeia Heykel’ini kazı arabası ile kaçıranlar ve Marsyas Heykeli’ni Manisa Müzesi’den çalan müze bekçileri de o kurdu içinden türeyenlerden.
Biz yine dönelim Afrodisyas’ın talan tarihine. 1904’te Turgutlu demiryolunu yapan Fransız mühendis Paul Gaudin’in uyarısı üzerine farkına varmışız Afrodisyas’ın. Osman Hamdi Bey, burada da bir kazı başlatmış. Fransız mühendis de kazı fotoğrafçısı olmuş. Elin oğlu bizi bizden daha iyi biliyor. Elbette neyin nerede olduğunu da… Biz hâlâ öğrenemedik. Bu topraklarda yağmanın ve talanın kanalını kazan o Osman Hamdi Bey, “Müzem için katlanamayacağım hakaret yok.” dese de iyi ki burada daha fazla kalmamış. Vatan toprağı, en iyi koruyucu. Sahip çıkamıyorsanız toprak altında kalması daha iyi.

Schliemann’ın eşi Sophia, Troya altınlarıyla
[Bu fotoğraf, o antik talanın simgesidir.]
Peki, niye böyle bu, niye önlenemiyor derseniz, bu soruyu önce, bu ülkenin hep aç olan bürokratına, memuruna, yurttaşına sormamız gerekir. Evet, yurttaş olmak / olabilmek sıkı iştir. Evet, Türkiye’de talana dur durak yok. Töre Sivrioğlu’nun saptamasına göre, örneğin 2010’da 2032 olayda 4976 kişi göz alına alınmış ve 69744 tarihi eser ele geçirilmiştir.
Bu yağma ve talan, A. Semih Tulay’ın “Eski Eser Yağması”[3] adlı yapıtında, Milet Müzesi Müdürü olarak yaşadıklarını, 1 Aralık 2000 Milet Müzesi soygunu bağlamında çok daha ayrıntılı anlatılıyor. Ören yeri ve müzelerimizin korunaksızlığını, bürokrasinin duyarsızlığını, dedektör pazarının ve define avcılığının boyutlarını…
Sözün bu noktasında, mitoloji kültürünün önemli kaptanlarından, Karacasu’nun çocuğu Yaşar Atan’a kulak verelim: “Antik kent Afrodisyas’ta ayakta kalabilen ve bizden sayılmayan öksüz tanrı ve bilgelerin arasında geçti çocukluğum. Gezginciler, oralardan hep bir şeyler alıp götürürlerdi. Durumu kaymakam, savcı amcalara anlatırdım. Beni gülerek dinlerlerdi. Zaten o yöredeki evler, heykeller kırılarak yapılmıştı.”
Evet, Afrodisyas gerçeği, işte bu! Eğer bu çığlıklara zamanında kulak verilse(ydi), Çetintepe Ailesi’nin anılarda kalan o yakınmaları, yağmayı önlemede, gerçekten yardımcı olabilir(di). Ya da haftanın belirli günlerinde, gide gele Afrodisyas-Marmaris, Afrodisyas-Kuşadası arasını yol eden Karacasu şoförlerinin durak sohbetlerine kulak kabartılsa(ydı)! Bu sağırlık değil midir, yurtdışından bin bir bedel ödenerek getirtilen yapıtların daha yılı geçmeden müzelerden bir kez daha çalınmasına yol açan?
Yakın zamanların en büyük müze soygunlarından biri Afrodisyas’ta yaşandı. Karacasu ilçe merkezindeki bir kanalizasyon kazısı sırasında bulunup Afrodisyas Müzesi’ne teslim edilen, Helenistik, Roma ve Osmanlı dönemine ait 141 adet altın sikke çalındı. Hem de müze, yirmi dört saat kameralarla korunduğu halde!
Böylesi bir kaçakçılık olmasaydı, birincisi yetmediği için ikincisi yapılan müzeden, acaba şimdi kaçıncısı yapılırdı? O yurt dışında vatansız kalmış eserlerle İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Kenan Erim Salonu’nda bulunanlar da bir arada olsaydı, ne olurdu, diye düşünüyorum; aklım havsalam almıyor. Bir süre de “taş yerinde ağır” sözüne, bu bağlamda, deyim deyip demememin doğru olup olmayacağına takılıyorum.
Ne var ki aşklar, özlemler ve dilekler de süreklilik istiyor. Ama zamanın sınavı, kabullensek de kabullenmesek de kesintilerle sürüp gidiyor.
Tehlikenin boyutları bilinmiyor değil. Eski Belediye Başkanı Hüseyin Kunak’ın açıklaması ortada: “Dünya Anıtlar Fonu, 2005 yılında yaptığı açıklamada, yok olma tehlikesi altında gösterilen Afrodisias Antik Kenti’nin en büyük sorununun güvenlik ve kaçakçılık olduğuna işaret etmiştir.” Ama her yönetici, müze emeklisi Hüseyin Kunak kadar duyarlı değil. Şortlu turistlerin, kasabanın ahlakını bozacağını düşündüğü için “Müze için verilecek yerim yok!” diyen belediye başkanlarına da yabancı değiliz. Zaten bu ülkede “Müslüman Kardeşler” hep iktidardaydı, şimdi de iktidarda. Onlar sayesinde 1950’lerden bu yana neler mi yaptık?
İşte birkaç örnek: Ankara’da Mehmet Aksoy’un heykelinin her nasılsa orgazm halinde olduğunu fark eden Gökçek, “Ben böyle sanatım içine tükürürüm!” deyip balgamcılıktan ne kadar iyi anladığını hepimize ispatlayıverdi. Yıllardır iktidarda oluşunu da buna borçlu olmalı. Bir başka aklı evvel de “Bu heykel, beni bile şehvete getiriyor.” deyip Cihangir’deki heykeli yerinden ediverdi. Hele Babaeski’de yaşananlar, iyice evlere şenlik. Aylarca “Fatih Sultan Mehmet Heykeli’ndeki at, erkek mi dişi mi?” diye tartışıldı. Uzaklara gitmeye ne gerek var; Aydın’daki Yörük Ali Heykeli “Bıyıksız efe olmaz.” gerekçesiyle yerinden söküldü, tez elden efeye yakışan bir bıyık heykele ekleniverdi. Efe dediğin kara yağız olur; Yörük Ali’nin sarışın olduğunu, oğlu Cengiz Yörük’ün ağzından öğrenmek, kimleri kim bilir nasıl hayal kırıklığına uğratmış, “Olmaz olsun öyle efe!” dedirmiştir.
İşte bu kafadır, her çağda bir başka biçimde karşımıza çıkan. O kafalar değil midir, önümüze hep aynı somut görüntüyü koyanlar? Kırılan heykellerin zarar gören yerlerine bakınız: cinsel organlar, göğüsler, kafalar.
Kafayı, sadece “kafa”ya ve “cinsellik”e takmış bir inanç, bana göre bu dünyanın inancı olamaz. Böyle bir kırımı, yıkımı ilk yapanlar Bizanslılardı. Demek ki dinsel bağnazlık söz konusu olunca Hıristiyan’mış, Müslüman’mış çok fark etmiyor. Kafa aynı kafa olunca geriye ne kalıyor derseniz? Yanıtım çok açık: O ebedi hadım “öküz”lükten başka bir şey kalmıyor.
- Tahsin ŞİMŞEK
DİPNOTLAR
[1] Anadolu’nun Gözyaşları, Yaşar Yılmaz, Yem Yayın 2015
[2] Osman Hamdi’nin Öteki Yüzü, Yaşar Yılmaz, Korpus Yay. 2023
[3] Eski Eser Yağması, A. Semih Tulay, Arkeoloji ve Sanat Yayınları 2007



