Quantcast
Güney Marmara Bölgesi’ne Kafkas Göçleri – Belgesel Tarih

Mahmut Bİ
Mahmut  Bİ
Güney Marmara Bölgesi’ne Kafkas Göçleri
  • 05 Haziran 2018 Salı
  • +
  • -
  • Mahmut Bİ /

Loading

KONFERANS

Konu: Güney Marmara Bölgesi’ne Kafkas Göçleri
Konuşmacı:   Mahmut Bi – Tarihçi-Yazar
Yer:Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı Kadıköy/İstanbul
Tarih:  6 Şubat 2011

Saygıdeğer konuklar,
Değerli hemşerilerim,
Sevgili gençler,

“Güney Marmara Bölgesi’ne Kafkas Göçleri” konulu konferansını düzenleyen ve davetleri ile beni onurlandıran, Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı Cengiz GÜL, Başkan Yardımcısı Ertekin İŞCAN ve değerli dostum Semih AKGÜN’e bu girişimlerinden dolayı kutluyor, teşekkür ediyorum.

Bu konferansa iştirak etmek lütfunda bulunan tüm katılımcıları da saygı ve sevgi ile selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce,önemli gördüğüm bir hususa değinmek istiyorum;

Bilindiği üzere, 140 yıl önce 4 Şubat 1871 tarihinde Medine’de hakkın rahmetine kavuşan Kafkas Dağlarının Kartalı, Dağıstan’ın eşsiz lideri, Çarlara baş eğmeyen İmam ( Şeyh ) Şamil Hazretlerini bu vesileyle rahmetle anıyor, huzurunda tazimle eğiliyorum.
Ruhu şad olsun!

 

GÜNEY MARMARA BÖLGESİ’NE KAFKAS GÖÇLERİ

Kafkasya Bölgesi’nden Osmanlı ülkesine doğru gelişen tarihi bir mecburiyetin doğurduğu bu kitle göçleri, Osmanlı Devleti’nin sosyal, etnik ve dini kompozisyonunu radikal olarak etkileyen bir nüfus hareketidir. Bu göç üzerine oluşmuş zengin literatürde, kaynakların çoğunda Çerkes ve Türk kökenli boylar herhangi bir ayırıma tabi tutulmadan “Kafkasyalı” veya daha çok “Çerkes” genel adı ile adlandırılmışlardır.

Özellikle Osmanlı belgelerinde daha ziyade “Çerkes Muhacirleri” ifadesi yaygın bir şekilde kullanıldığı; hatta Çerkes olmayanlar için de böyle denildiğini kaydeden Abdullah Saydam, böylelikle hangi etnik topluluktan ne kadar göçmenin geldiğini tespit etmekte güçlük çekildiğinden söz etmektedir.

Gerçekte, Ruslar tarafından soykırım ve sürgüne tabi tutulan 1.8 milyon dolayındaki Kafkaslı göçmenin yüzde 80’nini Adigeler bir başka deyimle Çerkesler oluşturmakta idi. Bu nedenle; Rus, Osmanlı ve Batı Devletlerinin belgelerinde ve literatüründe göçmenlerin çoğunluğunu Çerkesler teşkil ettiğinden, “ Çerkes “ deyimi kullanılmıştır.

Bu çalışmamda; “Çerkes” sözcüğü yerli Kuzey Kafkasya halklarından sadece Adigeleri; “Kafkaslı” tanımlaması ise, Orta Kuzey Kafkasya kültürünü paylaşan tüm otokton Kuzey Kafkas halklarını; iskan bölgesi olarak seçilen Güney Marmara Bölgesi de, bugünkü Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Yalova ve Kocaeli il sınırlarını kapsamaktadır.

XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda Kafkasya’da cereyan eden Kafkas-Rus savaşlarının Kafkaslıların aleyhine sonuçlanması üzerine; soykırım ve sürgüne tabi tutulan yaklaşık 1,8 milyon Müslüman Kafkaslının Osmanlı topraklarına can havlıyla vaki göçleri meyanında; 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı(93 Muharebesi)’nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması üzerine de Rumeli’de soykırım ve sürgüne tabi tutulan Türkler ile birlikte Kafkaslılar’ın, ikinci kez Anadolu topraklarına gerçekleşen göç hareketleri Türk ve Kafkas tarihinin en acılı ve unutulmaması gereken hazin sayfalarından birini teşkil etmektedir.

Başlangıçta; Bab-ı Ali’nin bir emri vaki sonunda karşılaştığı bu göç olgusunun, ileride kendisine yarar sağlayacağını düşünerek, yapılan harcamanın boşa gitmeyeceğini kendisini inandırmıştı. Milyonları bulan Müslüman Türk ve Kafkaslı toplumları Anadolu’ya göçürülmesinde ve iskanında yarar sağlayacağı düşüncesi bir teselli unsuru oluyordu.

Nitekim; Osmanlı Devleti, Rusya tarafından zorunlu olarak göçe tabi tutulan Müslüman Kafkaslıları topraklarına kabul etmekteki amacını 12 Aralık 1863 tarihli Arz Tezkeresi’nde özetle şöyle bildirmiştir;

“Bab-ı Ali, Saltanat-ı Seniye’nin tebası yeterli olmakla birlikte, iltica emeli ile vatanlarını terk edenleri reddederse, Rusya’nın kahr ve şiddetine bırakmanın Hilafet’in şanına muvafık bulunmadığı için göçmenlerin kabul edilmesi kararlaştırıldı.”

Bilindiği üzere; Osmanlı Devleti, değil Türk ve Müslüman Kafkaslıları, öteden beri kendisine sığınmak isteyen Hristiyan ve Musevileri dahi (II.Abdülhamid döneminden ‘1876-1909’ sonra yalnızca Müslümanların Osmanlı topraklarına göçmenlerine müsaade edildi ), sadece insani sebeplerle ülkesine kabul etmiştir.

Göçler, her ne kadar Osmanlı Devleti’nin ve Türk halkının genel olarak ağır bir sosyal, ekonomik ve siyasal bunalım yaşamakta olduğu bir sıraya rastlamış olmakla birlikte, Kafkaslıları topraklarına kabul etmekteki asıl amacı, başlangıçtaki insani ve dini düşünceler meyanında, beklentisi ise çok farklı olmuştur:

a)Orduya alınacak Çerkesler ile askeri gücün artırılması.

b)Tarımla uğraşanların sayısının artırılması.

c)Tarıma elverişli olmayan bataklık bölgelerin kullanılır duruma getirilmesinde göçmenlerden yararlanılması.

d)Hıristiyanların çoğunlukyta bulunduğu bölgelerde devlete sadık Müslüman nüfusun artırılması.

e)Devlet otoritesinin zayıf olduğu bazı iç bölgelerde ve sınırlarda Çerkeslerin yerleştirilmesi ve jandarma olarak kullanılması.

f)Ticari ya da askeri yolların ve deniz yollarının yapımında iş gücü ve güvenlikleri için koruyucu yerleşim yerlerinin sağlanması.

Nitekim, 1858’de Kafkasılılar Osmanlı topraklarına göçe başlamaları üzerine, dönemin padişahı Sultan Abdülmecid (1839-1861) ve devlet adamları, yukarıda sıralanan beklentiler doğrultusunda bu hareketi olumlu karşılamışlardır.

Göç ve göçmen işleri 16 Ocak 1860’a kadar İstanbul’da 1831’de kurulmuş olan Şehremaneti (İstanbul Belediyesi) tarafından yürütülüyordu.

Kafkasya’dan kitleler halinde göçmenlerin gelmesi üzerine, mevcut teşkilatın bu yükün altından kalkamayacağına karar verilmiş ve özellikle bu işlerle ilgilenecek ilk göçmen komisyonu olan “Muhacirin Komisyonu” Sadrazam Ali Paşa tarafından 5 Ocak 1860 tarihinde kurulmuştur. Başkanlığına da aslen Kafkaslı olan eski Trabzon Valisi Hafız Paşa getirilmiştir.

Özellikle, 1861’den sonraki dönemde Çerkes göçünün yoğunluk kazanması üzerine, Osmanlı Devleti, Rusların göçertilen Çerkesler üzerinde daha sonraları bir hak isteminde bulunmamaları ve Çerkeslerin yeniden Kafkasya’ya geri dönmeleri olasılığını önlemek amacıyla, Ruslardan bu konuda yazılı güvence isteminde bulunmuşlardır.

Bunun üzerine; Ruslar bu talep doğrultusunda, Kafkasya’dan göçerttikleri Çerkeslerden orada bıraktıkları toprak ve mal varlıklarını geri istemeyeceklerine dair  birer belge aldıkalrını ve ancak bundan sonradır ki, onların göçmenlerine izin verdiklerini, İstanbul’da bulunan elçileri vasıtası ile Osmanlı Devleti hükümetine bildirmişlerdir. (3-11 Ocak 1860)

Osmanlı Devleti, 1864’ten itibaren  göçleri kontrol altına almaya çalıştığı gibi, kısıtlama yoluna da gitmiştir. 1894’ten sonra Anadolu’ya göçetmek isteyenlerden kendilerine gösterilecek araziye, itiraz etmeksizin yerleşecekleri, yol masrafı, tayinat, iskan sonucu çift hayvanı, tohumluk, mesken inşası talep etmeyecekleri ve tekalif-i  emiriyye’yi  kabul edeceklerini  taahhüt eden senet almaya başladığı görülecektir.

Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına göç edeceklerin Osmanlı’ya kabul edilebilmeleri için, göçmenlerin Osmanlı Devleti tabiiyetini (vatandaşlığını) kabul etmeleri zorunluluğu, aksi halde göçlerine izin verilmeyeceği açıkça 3 Haziran 1317 tarih 657 sayılı belgede de göçmenlerin yanlarında, Rusya tabiiyetinden çıktıklarına dair resmi belge olması gerektiği ancak olmaması durumunda ise pasaportlara el konulması gerektiği belirtilmektedir.

Böylece yine de Devletin göçleri kontrol altına alarak gecikme ve bir türlü uygunsuzlukları önlemeye çalıştığı görülmekle birlikte, kesin bir şekilde yasaklama yoluna (1902’de kısa süreli yasaklama hariç) gidilmemiştir. Çünkü böyle davranmak insanlığa, devletin şanına ve halifenin bütün Müslümanların koruyucusu olduğu prensibine ters düşerdi.

Osmanlı Devleti’nin kendine has bir iskan anlayışı vardı. Kafkasya’dan zorunlu olarak göçertilen Müslüman Kafkaslıları İmparatorluk toprakları içinde, Rumeli’de “takım takım” yerleştirirken, Anadolu’da dağıtarak iskan ediyordu. Osmanlı Devleti’nin iskan politikasının önemli prensiplerinden biri de, göçmenleri şehirlere değil de köylere ve taşraya yerleştirmek olmuştur. Şehirlerde geçimin zor olması nedeniyle ekonomik sıkıntı yaşamamaları için tarla, bağ ve bahçeleri ile uğraşarak geçimlerini sağlamaları aynı zamanda üretime katkıda bulunmaları düşünülmüştür.

Görünürde İslamcı bir devlet politikası izlemelerine rağmen Osmanlı hükümeti, Müslüman da olsa bir etnik grubun bir bölgede yoğunlaşmasına olabildiğince dikkat ediyordu.

Yerinden yurdundan koparak Osmanlı sınırları içine gelenlerin ilk karşılaştıkları sorun, göç yolundaki problemlerle geldikleri bölgedeki geçici iskânlardır. İkincisi, sınırlar içinde sürekli iskân edildikleri bölgelerin seçimidir. Buradaki tek etken, kendi iradeleri değildir. Genellikle, kendi iradelerine bağlı olmayan faktörler ağırlıklıdır. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin toprakları içinde yarım potansiyeli yüksek olan fakat yeterli nüfus yoğunluğu bulunmayan bölgeler, bu yeni göçmenler için ideal yerleşme alanlarıdır. Bunun dışında gelenlerin bölgedeki diğer yerleşik unsurlarla kolaylıkla entegre olmaları için bir arada yaşamaları yerine, dağıtılarak yerleştirilmeleri, devletçe benimsenen bir yöntemdir. XV.- XVI. yüzyıllardan beri var olan uygulama da göstermiştir ki, devlet XIX yüzyılda özellikle Çerkeslerin yerleştirilmelerinde “Müteferrik İskân”a özen göstermiştir. Çerkesler liderleri ile birlikte bir bölgeye yerleştirilmeyip, göçmenlerle yerli halkı kısa sürede kaynaşması için beşer-onar hane göçmeni dağıtıyor, göçmenlerle yerli halkı “aralarında evlilikler yapılması tavsiye” ediliyordu.

Bilindiği üzere; Rusya, XVIII. yüzyıl başlarından itibaren, özellikle Osmanlı Devleti’nin zayıflamasından da faydalanarak, önce Karadeniz’in kuzeyini ele geçirmek, sonra da Kafkasya Bölgesi’ne, Boğazlara ve Balkanlara kısacası Osmanlı sınırlarından güneye inmek politikasını göstermeye başlamıştır.

Ruslar, “Şark(Doğu) Meselesi”ni halletmek ve Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyanları korumak bahanesi ile Osmanlı Devleti’ne 24 Nisan 1877’de savaş açtılar. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı yani 93 Harbi iki cephede gerçekleşmiştir. 31 Ocak 1878’e kadar süren bu savaşın ilk günlerinden başlamak üzere masum Müslüman Türk ve Kafkaslı halk kitlelerine karşı girişilen acımasız katliam (soykırım) gayri insani mezalim haline dönüşmüş ve bu katliamdan kurtulabilenler( kılıç artıkları ), İstanbul istikametine doğru mal ve mülkünü terk etmiş olarak can havlıyla göç etmeye başlamıştır.

Edirne mütarekesinden sonra Rusya, 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nın maddeleri arasında, Rusya’nın savaştan önce İstanbul’daki elçisi İgnatov aracılığı ile talep ettiği “Rumeli’deki Çerkeslerin tamamının Anadolu’ya göç ettirilmesi” de vardı.

Daha sonra 13 Temmuz 1878’de Berlin Antlaşması’na yine Rusya’nın ısrarı ile “Çerkeslerin Rumeli’den çıkarılarak Osmanlı-Rus sınırlarından uzak yerlere gönderilmeleri” maddesi konuldu. Böylece Rumeli’ye 1859-1876 yılları arasında iskân edilen Çerkesler bir kez daha yerlerinden kaldırılarak Anadolu içlerine ve Ortadoğu’ya göç ettirildiler. 1877’den sonraki dönemde Rumeli’de yalnız Kosova bölgesinde birkaç bin kadar Çerkes kalmıştı.

Araştırmalarda; 1856-1909 yıllarında, Kafkasya Bölgesi’nden ve daha sonra 1877-1890 yılları arasında Rumeli’den kitleler halinde Anadolu’ya akan nüfus hareketinin; ekonomik, dini, sosyal, siyasi, kültürel ve iki asır devam eden Kafkas-Rus Savaşlarının Kafkaslılar aleyhine; 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Osmanlılar aleyhine mağlubiyet ile sonuçlanmasından kaynaklandığı belirtilmektedir.

İzzet Aydemir, ” Göç “ adlı eserinde, yukarıda sıralanan hususlar meyanında; İstanbul’da saray çevresinde etkin bir grup oluşturmuş bulunan seçkin Kafkaslı bürokratın, soydaşlarını korumak sorumluluğunu taşıma gerekliliğini duymaları ve dolayısıyla bazı girişimlere göç fikrini desteklemelerin den de söz etmektedir.

Kafkas göçmenlerinin en fazla yerleştirildiği bölge Marmara Bölgesi olmuştur. Çünkü Kafkaslılar (özellikle Çerkesler) Osmanlı Devleti’nin kalbi olan İstanbul’u üç taraftan korumaya almak için Çanakkale, Biga, Bandırma, Balıkesir, Bursa, Yalova, Adapazarı ve İzmit’e yerleştikleri. Böylece İstanbul’un çevresinde hilal biçiminde bir koruma çemberi oluşturuldu. Bu suretle İstanbul’a giden yolların güvenliği ve denetimi sağlanmak istendi.

1870’lerden sonra gelen muhacirler, çoğunlukla akrabaları daha önce gelmiş olanlardı. Bunlar pasaport alarak veya pasaportsuz olarak Osmanlı Devleti’ne göç etmekteydiler.  Bu şekilde gelenler genellikle akrabaların bulundukları alanlarda yerleştirilmekteydiler.

Muhacirin İdaresi tarafından Sadarete gönderilen 7 Mayıs 1873 tarihli yazıda, Osmanlı Devleti’ne gelen muhacirlerin nerelere iskân olunduklarını, miktarları ile açıkta kalanların mevcudu öğrenmek üzere bir çalışmanın yapılabilmesi için izin istenmişti. Ancak çok büyük maddi külfete sebep olacağı düşünülerek, asıl amacın onların en iyi şekilde iskân etmek olduğu ifade olunmuş ve çalışmaların bu yönde yoğunlaştırılmasını istemişti.

Göçmenlerin Kafkasya veya Rumeli topraklarından ayrılmalarından ve Anadolu’ya varmalarına dek geçen süredeki göç hikâyesini başından sonuna kadar izlemek, ne yazık ki mümkün olamamaktadır. Savaş sonunda cereyan eden göçler aniden meydana geldiği için, bunların Osmanlı Devleti’nde sadece iskânı izlenebilmektedir. Daha sonraki yıllarda gelen göçmenler için de bu tespitler oldukça zordur. Genel olarak, bir göçmen grubunun Anadolu’daki iskânına kadarki göç hadisesi şu safhalarda cereyan etmektedir:

a)Önce grupların Osmanlı Devleti’ne göç etme talepleri ortaya çıkmaktadır. Bu talepler çoğu zaman grup temsilcilerinin dilekçeleri ile devlete ulaşmaktadır.

b)Osmanlı Devleti, göç taleplerini incelemekte ve uygun gördüğü takdirde iskan edilebilecekleri bölgeleri belirlemekte ve göçmen temsilcilerini bundan haberdar etmektedir.

c)Göçmenler kendilerine vaat edilen bölgelerde iskan olunmayı kabul ettikleri takdirde, Rusya’daki menkul ve gayrimenkullerini satmakta ve göçe hazır hale gelmektedirler.

d)Göçe hazır hale gelen gruplar, çeşitli ulaşım vasıtaları ile Anadolu’ya ulaşmaktadırlar.

e)Anadolu’ya gelen göçmen grupları, devlet tarafından iskân bölgelerine sevk edilmekte ve göç tamamlanmaktadır.

XIX. yüzyılda, Kafkasya ve Rumeli’den Osmanlı topraklarına gerçekleşen zorunlu göçlerin yol açtığı masrafların Osmanlı Devleti tarafından karşılanmasında ne kadar zorlandığını daha iyi anlayabilmemiz için bütçedeki giderlere bakmak yeterli olacaktır.

 

Bütçe Yılı  Gelirler(kese) Giderler(kese)  Açık(kese)

1277/1860-1        2.442.368         2.786.815       344.447

1291/1874            4.776.558        5.785.819       1.009.261

1296/1880-1        16.040.800       22.164.261     6.123.421

Devlet, bütçe açıklarını kapatmak için gelirleri artırmak veya masrafları kısmak yerine, daha kolay görünen iç ve dış borçlanma yoluna gitmiştir. Kırım Savaşı nedeni ile 1854 yılında yapılan ilk dış borçlanmadan sonra, bu durum alışkanlık haline gelerek, 1908 yılına dek 34 defa dış borç alınmış ve sonunda devlet iflasını açıklamıştır. Bu durumda alacaklılar tarafından “Düyun-u Umumiye” idaresini kurmuşlardır. Devlet de gelir kaynaklarının önemli bir kısmını bu idareye tahsis etmiştir.

Osmanlı Devleti, göç ve göçmen işlerine yaptığı ve yıllar itibari ile artış gösteren masrafların boşa gitmeyeceğini biliyordu. Nitekim, 1914’teki nüfus sayımında 12.696.816 kişi ortaya çıkmıştır. Bu rakamın yaklaşık %40 gibi yüksek bir oranının Osmanlı topraklarına göç etmiş yaklaşık beş milyon Müslüman Kırım, Kafkas ve Rumeli göçmenleri oluşturmaktadır. Bunlar Anadolu’da milli bir devletin oluşumunu sağlayacak sosyal ve politik ortamın doğuşuna zemin hazırlamışlardır.

I-   BURSA VİLAYETİNE İSKÂN EDİLEN KAFKAS GÖÇMENLERİ

Bursa vilayeti, dışarıdan gelen göçmenlerin en çok yerleştirildikleri bölgelerin başında gelmektedir.

Çeşitli devirlerde Bursa yöresine kavimler gelmiş, yerleşmiş veya gelip geçmiştir. Milattan önceki devirlerde başlayan bu göçler zamanımıza kadar devam etmiştir. Bu göçler sırasında değişik yerlerden değişik ulus ve topluluklar Bursa vilayetine yerleşmiş veya devletçe iskan edilmişlerdir.

Bursa’da gayrimüslimlerin oranı XV. yüzyılda  yüzde 1.44 iken XVI. yüzyıl sonlarına yüzde 6’lara yükselmiştir. Bu oran XIX. yüzyılın başlarında (1831) yüzde 34.69’a, 1876’da ise yüzde 36.08lere tırmanmıştır. Bu durum, klasik Osmanlı yönetim geleneğinde “bir devletin en önemli zenginlik kaynağı, sahip olduğu nüfusun sayısal çokluğu ile orantılıdır” görüşünden kaynaklanmakta olup, din ve ırk ayrımı yapılmadan tüm göçmenlerin ülkeye kabul edilmesini sağlayan bu uygulama II. Abdülhamid dönemine (1876-1909) kadar sürer.

Ancak biz, Bursa vilayetine XIX yüzyılda yapılan Kafkas göçlerinden bölgede kurulan Kafkas göçmeni köylerden ve bunların sosyo kültürel yapılarından söz edilecektir.

XIX. yüzyıl başından (1255/1839) itibaren cereyan  den çeşitli savaşlar sırasında Kafkasya’dan ve Rumeli topralarından Bursa’ya gelen Tatar, Çerkes, Abhaz, Dağıstanlı ve Türk olmak üzere pek çok Müslüman göçmen kah yerli ahali arasına iskan edilmişler, kah ayrı köylerde toplanmışlardır.

Başlangıçta, Bursa bölgesinde göçmenler boş olan devlet arazilerine, özel mülkiyetten işlenmeyen araziler satın alınarak, işe yaramaz ormanlık alanlar gibi yerlere iskan edilmişlerdir. Bazen de göçmenler, kendileri boş buldukları alanlara yerleşmişler. Mahalli idareciler bu yerlerden çıkarmak istemişlerse de, Osmanlı hükümeti buna müsaade etmeyerek bulundukları yerlerde yerleştirilmelerini sağlamıştır.

Bursa her hali ile yerleştirilmeye uygun görülmüş olacak ki, 1844 yılında Dağıstan’dan İstanbul’a gelen ikiyüz kişilik nüfustan dua ve ilim ile uğraşanların hükümetçe Bursa’ya iskan edilmeleri uygun görülmüş ve nüfus başına üçer kuruş yövmiye verilmesi hükmü getirilmiştir (1845). Maddi durumu iyi olup, önce hac için Hicaz’a gidenler ise, dönüşlerinde aynı yövmiye verilmek suretiyle onların da aynı şekle Bursa’ya iskan edilmeleri kararlaştırılmıştır.

1849 yılında yine Dağıstan’dan ellibir kişilik bir göçmen kafilesi daha İstanbul’a gelmiş, bunlar da  1844 yılında gelen hemşerileri gibi kendilerinin Bursa’da iskan edilmeleri ve yövmiye verilmesini  Abdülmecid (1839-1861) den istemişlerdir. Bu istekleri kabul edilerek bir gemi ile Bursa’ya gönderilerek iskan edilmişler ve kişi başına yövmiye tahsis edilmiştir.

Dağıstan’dan gelen bu kafilenin başındaki kişi, Nakşibendi şeyhlerinden Abdurrahim Efendi olup, kafilenin on altı kişisi bunun ailesi, geri kalanı talebe ve muridleridir.

1852 yılında Kafkasya’dan gelen 47 kişilik Çerkes göçmeni daha öncekilere yapıldığı gibi kendilerine de maaş tahsis edilmesini Osmanlı hükümetinden talep ettiler. Ancak bu şekilde gelenlerin arkası alınamayacağından, Meclis-i Vala tarafından hazırlanan 28 ekim 1852 tarihli mazbata ile, aşağıdaki hususların sürekli bir şekilde uygulanmasını ve bu gelen Çerkes göçmenlerinin Bursa’ya sevk olunmaları kararlaştırılmıştır:

“…Gelenlere Osmanlı Devleti’nin genişliği ciheti ile miri araziden boş bulunan yerlerin verilmesi, ev ve araç-gerecin tedarikinde münasip ölçülerde yardımda bulunulması, örneğin dört-beş yıl kadar bütün vergilerden muaf tutulmaları…”

Bundan sonra gelen beş kişilik bir Çerkes grup daha yerleştirilmiştir.

Kırım Savaşı (1853-1856)’nın ardından Osmanlı topraklarına gelen Kafkaslı göçmenlerin iskan ve iaşeleri ile önceleri “Ticaret Nezareti”  de alakadar olmuştur. Daha sonra 16 Ağustos 1854’te kurulan “Şehremaneti(belediye)”, İstanbul’a gelen Kafkaslı göçmenlerle ilgili problemlerin çözümü konusunda gerekli gayreti göstermiştir.

Şehremanetinin görevi gereği; İstanbul’a gelen Kafkaslı göçmenlerin; özellikle fakir olanların gemi ücretlerinin ödenmesi, İstanbul’da kaldıkları süre zarfında iaşe ve ibateleri (yiyecek ve yatacak ihtiyaçları) nin temini kendilerine yövmiye tahsisi, zaruri ihtiyaçlarının  karşılanması, bunlardan iskan edilmek üzere Anadolu’ya veya Rumeli’ye gönderileceklerin sevk işlemleri ile de alakadar oluyordu.

1859 yılından itibaren İstanbul’a gelen Kafkaslı göçmenlerin sayısında çok büyük artışlar kaydedilmesi karşısında, Şehremaneti’nin teklifi üzerine konu Meclis-i Vala’da görüşüldükten sonra, Ticaret Nezaretine bağlı olarak, 5 Ocak 1860’da kurulan “Muhacirin Komisyonu”, 1861 yılı Temmuz ayından itibaren bağımsız bir kurum olarak görevini 27 Kasım 1865 tarihine kadar sürdürmüştür.

8 Mart 1860 tarihli Arz Tezkeresinde belirtildiğine göre; İstanbul’un merkezinde toplananların sayısı 14.000’i aşmış, içlerinde tifo hastalığı yayılmaya yüz tutmuştu. Osmanlı hükümeti, Kafkaslı göçmenlerin görüşleri de alınarak, süratle Adana, Kütahya, Mihaliç ve Çorlu’ya gitmek isteyenlerin hemen sevk olunmaları; Ankara ve Konya taraflarına gidecek olanların da iskân mahallerine yaklaşmalarının temini maksadı ile yol üzerindeki Bursa, İzmit ve Eskişehir’e gönderilmeleri kararlaştırıldı.

Bursa’ya gönderilen göçmenler, nakil vasıtaları tedarik edilene kadar, zorunlu olarak, birkaç gün Bursa kentinde misafir ediliyorlardı. Bu zaman zarfında her türlü ihtiyaçları mahalli kaynaklardan karşılanıyordu.

Bursa’ya kasaba ve köylerde iskân edilmek üzere sevk edilen birçok kalabalık kafile gönderilmiştir. Bunlardan biri olan Kırım Nogaylarından Sud ahalisinden Hoca Ceybullah Ahmed Giray Efendi takımından 171 hane 697 nüfuslu göçmen kafilesidir. Bunlar iskân mahallerine salimen ulaştırılmaları, iskanları ve gerekli masraflara karşılık yevmiye verilmesi için, Bursa mutasarrıfına ve Gemlik müdürüne gerekli talimat 30 Eylül 1860(14 Rabiül Evvel 1277) tarihinde hükümet tarafından verilmiştir.

Bu yıllarda Çerkes ve Dağıstan göçmenlerinden de bir haylisi Bursa ve çevresinde iskan edilmiştir.

1856-1876 yılları arasında ülkede iskân edilen göçmenler için elde yeteri kadar arazi mevcuttu. Bu nedenle göçmenler iskân için arazi tahsis edilirken, devletin iskan politikasına ters düşmemek kaydı ile onların istedikleri bölgeleri vermek mümkün olabiliyordu. Ancak bu iskânlar sonunda, Anadolu’nun verimli ve cazip bölgeleri dolduğundan, göçmen iskanı için gerekli olan araziler konusunda bazı sıkıntılar başlamıştı.

Bursa vilayetinde fazla miktarda göçmen yığılması, yerli- göçmen sürtüşmelerine, hatta yer yer çatışmalara sebep olmuştur.Örneğin; iskan yerlerine gönderilen bazı göçmenler, bu yerleri gördükten sonra orada yerleşmeyi kabul etmeyerek hükümet yetkililerine zorluklar çıkarmışlardır. Bu tür sorunların olmaması için hükümet her ne kadar göçmenlerden önce vekillerini (beylerini) çağırarak iskân bölgelerini onlara göstermişse de yine de bazı olaylar meydana gelmiştir.

İznik ve Pazar köyü taraflarında yerleştirilen göçmenlerin toprakları, gölün mecrasını kapaması yüzünden sazlık ve bataklık olmuş, 1862-1864 yıllarında müfettişlik görevinde bulunan Ahmed Vefik Efendi (Paşa) tarafından yeni arazi tahsis edilmişti. Yine Bursa’da bulunan göçmenlerin bazıları arazinin azlığından şikâyetçi olmuşlar. Sultan II Bayezid vakfından olan bin dönümü aşkın çeltik tarlasından yüz elli dönümünün bir kısmı Bursa yöresine iskân edilen göçmenlere verilmişti.

XIX. yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu, gerek toprak (12.187.705 km2) ve gerekse nüfus (63.700.000)  bakımından dünyanın en büyük devletlerinden (üçüncü sırada) biriydi. Ancak, kurum ve kuruluşlar bu büyüklüğü taşıyacak güçten yoksundu.

Daha XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı yönetimini üstlenen padişahlar, devletin içine düştüğü kötü durumu kavramışlar ve düzeltme girişiminde bulunmuşlardır.  Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’dan zorunlu bir biçime dönüşen göçlerin devam ettiği XIX. yüzyılda da yoğun bir şekilde “Batılılaşma” gayretini sürdürmüştür.  Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nin üzerinde bir nevi vesayet elde etmiş olan Batılı ülkeler ise, Osmanlı devletinin bu durumundan istifade ederek iç işlerine karışmalarının sonucunu doğurmuştur.

Nitekim bazı unsurların Avrupa Hıristiyan devlerinin kışkırtmaları ve de arka çıkmaları ile nihayet istiklal kazanıp Osmanlı tebaasından ayrılarak bağımsız birer siyasi topluluk meydana getirdikleri bir gerçektir.

Tarihçi Yılmaz Öztuna’ya göre; Dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlı Devleti, 30 Mayıs 1876’da Serasker Hüseyin Avni Paş’nın kaba, zalim ve amansız diktatörlüğü altına girmişti. Fantastik bir saltanat darbesi,  Orta Afrika ile Orta Avrupa, Cezayir ve Adriyatik ile Hint Okyanusu arasında uzanan, mali iflasın eşiğinde bulunan Osmanlı Devleti’ni, akla gelebilecek en karanlık çıkmazlara sürüklemişti. Öldürülmesinin ardından Mithat-Rüştü-Mehmet Celaleddin Paşalar Triomvirası iktidara geçti. Bu gafil ve küçük devlet adamları, kazanacakları hayali ile Türkiye’yi sürükledikleri 1877-1878 Savaşı’nın (93 Harbi) sonunda, bugün üzerinde 40 milyon insanın ve birçok devletin yaşadığı muazzam ülkeleri terk etmek zorunda kaldılar.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra, Rumeli’den ve Kafkasya’dan yoğun göçlerin kitleler halinde tekrar başlaması, iskân için kullanılacak arazilere duyulan ihtiyacı had safhaya ulaştırmıştı. Bu nedenle, hükümet 1878’de göçlerin yeniden başlaması ile birlikte Hüdavendigar dâhil tüm vilayetlerden boş arazilerin tespit edilmesini istemişti.

Sadaret’in emri üzerine, Hüdavendigar vilayeti bugünkü Bursa’ya bağlı Orhaneli (Etranos) de 8.900 ve Orhangazi (Pazar köy) de 250.000 olmak üzere 258.900 atik dönüm arazinin göçmen iskânına elverişli oluğunu İstanbul’a bildirmiştir.

Bunun üzerine, Kafkaslı göçmenlerin büyük bir kısmı Hüdavendigar vilayetine gönderilmiştir. Bu durum, özellikle, Bursa’da izdihama sebebiyet vermiştir. Vilayete gelen göçmenlere barınmaları için acil olarak çadırlar dağıtılmıştır. İzdihamı ortadan kaldırmak, Bursa’daki yığılmayı önlemek amacıyla, göçmenlerin Anadolu’nun iç bölgelerine sevk edilmesi tasarlanmıştır. Bunun üzerine Sadaret, “Muhacir Komisyonu”ndan göçmen iskânına elverişli yeni yerlerin tespit edilmesi için Anadolu’ya hususi memurların gönderilmesini istemiştir.

Bab-ı Ali tarafından 1877’de Bursa’ya tayin edilen İskân-ı Muhacirin sevk memuru Sabık Aydın mektupçusu Halim Bey’in görevinde başarılı olamayınca, yerine 1884-1885 yılları arasında yüksek derecede maaşla Nafiz Bey görevlendirilmiş ve bunun başkanlığında Bursa’da “İdare-i Muhacirin Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyon bölgeye sevk edilen Kafkaslı göçmenlerin iskan ve her türlü sorunları ile ilgilenmişlerdir. İşlerin aksaması halinde tespit edilen sebepler İstanbul’daki “Muhacirin İdare-i Umumiyesi”ne bildireceklerdi.

Rumeli ve İstanbul’da yığılan göçmenlerin bir kısmı gerek Hüdavendigar vilayetinde iskân edilmek, gerekse Anadolu’nun diğer bölgelerine gönderilmek üzere, başta Gemlik, Mudanya ve Edremit’in Ilıca iskeleleri olmak üzere Hüdavendigar vilayeti dâhilinde iskeleleri ile Marmara ve Ege sahillerindeki diğer iskelelere sevk ediliyordu. Buradan da iç kesimlere yollanıyordu. Yedi römorkör ve İdare-i Mahsus’a ait Şerefsan adlı vapur Bandırma ve Gemlik iskelelerine sürekli göçmen taşıyordu. 10 Eylül 1879’a kadar Anadolu’ya sadece Rumeli’den 275.000 nüfus gönderildi. Bunlardan en büyük rakamı 54.898 kişi ile Hüdavendigar vilayeti en önde geliyordu.

İskan sırasında, göçmenlerle yerli ahali arasında üzücü ve nahoş olaylar meydana gelmiştir. Örneğin;

Mihaliç (Karacabey) kazasında ortaya çıkan olaylar üzerine, burada meskun Hıristiyan ahalinin Çerkes göçmenlerinin kendilerine tecavüzde bulunarak zarar ve ziyana sebep oldukları iddia ile 1878 yılında Bab-ı Ali’ye müracaat etmişlerdir. Ancak mahalli idarenin tahkikatı sonucunda konunun Hıristiyanlarca abartıldığının anlaşılması ve sonuçta mahalli idarece  gerekli tedbirlerin alınması nedeni ile olay kapanmıştır.

Kirmasti (Mustafakemelpaşa) nahiyesi Dere-i Kebir köyünde Çerkeslerin, iskân memurlarının dikkatsizliği ve kayıtsızlığı neticesinde yerlilere ait arazide iskan edilmeleri iki grup arasında çatışmalara yol açmış ve yerli ahali tarlaları üzerine inşa edilen göçmen meskenlerini yıkmıştır. Bab-ı Ali’nin talimatı ile Çerkes göçmenlerin uygun başka yerlerde iskan edilmeleri kararlaştırılmıştır.

1879’da İnegöl’de asayişi bozdukları için Karahisar’a sevk edilmek istenen Çerkes göçmenleri hükümet konağını basarak protesto etmişlerdi.

Aynı yılda Bursa’ya yakın köylere iskan edilmek üzere gönderilen Çerkes göçmenleri bir süre burada geçici olarak barındırılmışlardır. Buradan kesin iskan bölgelerine sevkleri sırasında, ayrı ayrı bölgelere gitmek istemeyerek topluca iskan edilmeyi isteyen göçmenlerle görevliler arasında tartışma çıkmıştır. Mahalli idarenin de işe karışması ile hadise büyümüştü. Göçmenler yetkililere başvurarak, geçici iskân edildikleri evlerin görevli memurlar tarafından gaz dökülerek yakıldığını iddia etmişlerdi. Bunun üzerine yapılan soruşturma sonucu, ev yakılma hadisesinin vakii olmadığı, fakat görevliler ile göçmenler arasında bazı münakaşalar geçtiği anlaşılmıştı.

Bu arada; iskân sırasında kendilerine gösterilen ilgiden hoşnut olan Kafkas göçmenleri, zaman zaman Osmanlı devletine memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.

Nitekim, II. Sultan Abdülhamid döneminde( 1876-1909 ) Kafkas göçmenlerinin kendilerine iaşe ve rahatlıklarının temini hususunda gösterilen ilgi ve gayretten dolayı Muhacir Sevk Şubesi memurlarına 1883 yılında sundukları teşekkür namenin, Muhacir İdare-i Umumiyesi tarafından 12 Haziran 1883 tarihinde, (BA, Yıldız Mütenevvi Maruzat; Nr: 14/95/nolu tezkere ile Mabeyn Baş kitabetine takdim edildiği anlaşılmaktadır.

Nafız Bey’in vilayette yaptığı çalışmalar sonunda Bursa sancağı Kirmasti Kazasına bağlı Sincan nahiyesinde on beş hanelik yerin göçmen iskânına elverişli olduğu, 1892 yılında bir raporla İstanbul’a bildirmiştir.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve sonrası Rusların ve Bulgarların Rumeli’de takip ettikleri soykırım politikaları sonucu, göç eden Müslüman, Türk ve Kafkaslı göçmenlerden büyük kısmını oluşturan 495.339 kişi sadece Kasım 1877-Aralık 1891 tarihleri arasında Anadolu’ya sevk edilmek üzere İstanbul’da toplanmıştır. Bu rakamın yüzde 38’ine tekabül eden 189.028 kişi Hüdavendigar vilayetine sevk edilmiştir. Bu göçmen sevkiyatının sonunda vilayetin toplam nüfusu 1890’lı yıllarda 1.626.869’ a yükselmiştir.

1885 yılında Bursa vilayetindeki göçmenlerin toplam sayısı 81.253 kişi (18.919 hane)dir. Bu göçmenlerin 26.263(6.342 hane)ü Rumeli göçmeni ve 9.215(2.147 hane) nüfus Çerkes olup, 29.886(6.609 hane) kişilik göçmen grubu ise vilayet dâhilinde ayrı olarak iskân edilmiştir.

Raif Kaplanoğlu, bir araştırmasında; bu rakamın 1912 Balkan Savaşı sırasında gelip, büyük savaş nedeniyle yerleştirilememiş olan göçmenlerle, mübadele göçmenlerinin ortak sayısını oluşturduğundan söz etmektedir.

Aynı yıl içinde, Bursa vilayetine gelen 1990 Pomak göçmenin 398’i Mihaliç (Karacabey)e iskan edilmiştir.

1889 yılında, göçmenlerle yerli ahali arasında üzücü olaylar meydana gelmiştir. Örneğin; Bursa civarındaki kum alanı ve Yörük Mezarlığı adlı yerlerde iskân edilen ve ziraat ile uğraşan göçmenlerle yerli ahali arasında meydana gelen anlaşmazlık çatışmaya dönüşmüş; bazı göçmenler ölmüş, bazıları da yaralanmıştı. Bunun üzerine, bu işi soruşturmak ve olayı tatlıya bağlamak amacı ile “Teftiş-i Askeri Komisyonu” azası Mirliva Ahmed Akif Paşa ile Erkan-ı Harbiye Miralayı Hamid Bey ve İskân-ı Muhacirin Muavini Sururi Bey’den oluşan bir heyet meydana getirilmiş ve olay yerine gönderilmişti.

Bu benzeri olaylara ve ihtimallere sebebiyet vermemek, dış basının diline düşmemek ve göçmenleri maddi zarara uğratmamak için, II Abdülhamid’in emri ile miri arazilerle yerli ahalinin tasarrufundaki tarlaların sahiplerinden satın alınarak göçmenlere terk edilmesi yoluna gidilmiş ve bölgeye hususi memurlar gönderilmişti.

1890’lı yıllarda da göç dalgalar halinde devam etmiştir. Bundan sonra gelecek göçmenleri daha düzenli bir şekilde yerleştirmek üzere vilayetlerde göçmen iskânı için elverişli boş araziler ve miktarlarının tespit edilerek bildirilmek üzere hükümet tarafından vilayetlere 1891 yılında tebligat gönderilmiştir. Araştırmalar sonunda, Kirmasti kazasında sadece 15 hanenin iskân edilebilecek yer olduğu, Kirmasti’nin Göl Pazarı nahiyesinde 2000 dönüm göçmen iskânı için uygun boş arazi olduğu, Bursa vilayetinden hükümete bildirilmiştir.

Bursa vilayetinde yeterli boş arazi olmadığı bildirilmiş olmasına rağmen, 1890’lı yıllarda Bursa merkez ve kazalarına göçmen iskan edilmeye devam edilmiştir.

1896 yılında Kafkasya’dan Guniköyü halkından olan 300 haneye yakın Çerkes göçmeni Bandırma, İzmit, Eskişehir ve Bursa taraflarına iskân edilmek üzere İstanbul’a gelmişlerdir.

Bursa sancağında çok sayıda gayrimüslim vardı. 1870’de bu oran yüzde 31.82 iken, 93 Harbi göçmenlerinin yerleştirilmesi neticesinde 1894’te yüzde 25.09 gerilemiştir.

1877-1878’deki savaştan sonra 1886’ya kadar şehre gelen göçmenlerin sayısı yüzde 60.254’tür. Buna Balkan Harpleri ve Cumhuriyet döneminde de göç almaya devam etmiş ve 1912-1930 yıllar arasında 50.000 göçmen daha bu şehre gönderilmiştir. Bu sayede Bursa potansiyel insan gücü açısında Türkiye’nin en önemli tarım ve sanayi merkezlerinden biri haline gelmiştir.

Çerkeslerin doğu illerine iskanına hem Rusya’nın hem de İngiltere’nin karşı çıkması, Osmanlı Devletini bir hayli uğraştırmıştır. Bunun üzerine diğer bölgelerde en küçük alanlar bile değerlendirilmiştir. Fakat bu uygulama sonunda başta Bursa ve Karesi (Balıkesir) olmak üzere, batı illerinde büyük sıkışıklık meydana gelmiştir.

Bursa Vilayetinde Yerleşik  Kafkas Göçmeni Köyler:

Bölgeye sevk edilen Kafkaslılardan;

a)Abhazlar ağırlıklı olarak İnegöl’de iskan edilmişlerdir. Abhazlar’ın kurdukları veya daha sonradan yerleştikleri köyler; Mezit, Güneykestane, Osmaniye, Gedikpınar, Rüştiye, Sultaniye, Sulhiye, Tüfekçikonak, Eskikaracakaya ve Ulubat’tır.

Ekonomik nedenlerle köylerini terk eden Abhazlardan birçoğu Bursa ili merkez ve ilçeleri ile diğer illerde yaşamaktadır.

b)Çerkes diye tanımladığımız Adigeler’in iskân edildikleri tüm köylerden;

1.Güllüce, Boğazköy, Taşköprü, Adaköy, Karaorman, Güvem, Soğucak, Döllük, Soğukpınar, Tepecik ve Söğütalan köyleri Mustafakemalpaşa ilçesine bağlıdırlar.

  1. Yolağzı, Gönü, Tophisar, Ekinli, Ekmekçi, Akçasusurluk, Ulubat, Cambaz, Hayırlar, Danişmend, İsmetpaşa köyleri Karacabey’e bağlıdırlar.
  2. Fındıklı ve Hacıkara köyleri İnegöl’e bağlıdır.

4.Kavaklı köyü Yenişehir ilçesinde tek Çerkes köyüdür.

Ekonomik nedenlerle köylerini terk eden Çerkeslerden bir haylisi Bursa ili merkez ve ilçeleri ile diğer illerde yaşamaktadır.

c)Dağıstan bölgesinden gelen Avar, Lezgi, Lak kökenlilerin iskan edildikleri köyler şunlardır: Mustafakemalpaşa ilçesinde Koşuboğazı ve Doğancı; Karacabey ilçesinde Yolağzı, Tophisar, Danişmend ve İsmetpaşa; İnegöl ilçesinde Alanyurt yöresi; Osmangazi ilçesinde Armutköy; Orhangazi ilçesinde Pazarköy; Gemlik ilçesinde Umurbey; ayrıca Bursa merkezde Dağıstanlı Avar ve Lezgiler kalabalık bir nüfus teşkil etmektedirler.

d)Bursa bölgesinde; Yolağzı köyünde Ubıh ve merkezde başka illerden gelmiş Asetin kökenliler de yaşamaktadır.

 

 

II- BALIKESİR VİLAYETİNE İSKÂN EDİLEN KAFKAS GÖÇMENLERİ

Kesin olmamakla beraber Balıkesir’in Prehistorik devirlerden beri iskân gördüğü ileri sürülür. 1243 tarihindeki Kösedağı yenilgisinden sonra, Anadolu Selçukluları bir daha toparlanamadılar. 1280li yıllarda, Anadolu’nun batı ucunda ulu Bey olan Germiyanlı Türklerinin Beyi, başlarında Danişmend Gazi soyundan geldiği için Türkmenler arasında hürmet gören Kalemşah(Alemşah) Bey ve oğlu Karasi( Kara İsa) Bey, büyük bir Türkmen kitlesi ile Bizanslıların çok önceleri kısman boşalttıkları ve yer yer Türkmenlerin bulundukları Mysia (şimdiki Balıkesir) topraklarına girdiler.

Türkmen akıncıları Mysia’nın Marmara ve Ege sahillerini ele geçirince Emir Karasi, “Emir-ül Sevahil” unvanı ile burada yeni bir “uç” açmış oldu. Balıkesir de Beyliğin merkezi oldu. Orhan Bey zamanında 1345’te Osmanlı topraklarına katılan Karesi Beyliğinin yönetimine oğlu Süleyman Paşa getirildi. Karesi Beyliği’nin Osmanlı topraklarına katılması, I. Murat zamanında (1362-1385) tamamlandı. XIX. yüzyıl başlarına dek, Anadolu eyaletine bağlı “Sancak” şeklinde örgütlenmişti. 1867’de gerçekleştirilen reformla vilayetler teşkil edildi. Karesi Sancağı (Livalık) da Hüdavendigar vilayetine bağlandı. Ancak bir süre sonra Karesi sancağı, 5 Haziran 1881(7 Receb 1298) gün ve 3229 sayılı Meclis-i Mahsusa iradesi ile Biga Balıkesir’e katılarak “Karasi Vilayeti” oluşturuldu. Yeni vilayetin ilk valisi Reşad Paşa idi. Karasi sancağı II. Meşrutiyetin ilanından sonra 28 Haziran 1909(9 CA 1327)’da bağımsız Mutasarrıflık haline getirildi. 1894’te Efkar adlı 15 günlük bir risale yayınlandı (15 Ocak). 10 Rabi-ül Evvel 1342 (21 Ekim 1923)’de bütün sancaklar vilayet haline getirilirken, Karasi de vilayet oldu. 1926 yılında eski hanedanlara ait vilayet isimleri kaldırıldığı sırada, Karasi deyimi kaldırılarak “Balıkesir” adı aynı ilin adı oldu.

Ayhan Aydın’ın araştırmasına göre; Kafkas göçlerinden önce XI. yüzyıldan itibaren, Asya’nın ortalarından, Horasan’dan göçebe olarak Anadolu’ya göç eden Oğuzlar (Türkmenler) ,Selçuklular ve Anadolu Beylikleri dönemlerinde belli düzenlere uydurulmak istenmişse de, çoğu kez, kendi töreleri dışında hiçbir hukuki düzen tanımamış, yaptıkları akınlarda verdikleri zarar ve ziyan ile harplere bile sebep olmuşlardı. Osmanlı devleti Anadolu üzerinde gücünü gösterip, hâkimiyetini kurunca Türkmenler düzensiz, programsız göçebeliği bırakarak belli bir hukuki düzenleme içinde “Konar-göçer” oldular. Bunların hepsi belli bir düzen içinde deftere tabi, kanunnamelerle belirtilen vergileri veren topluluklardı. Bir beyin yönetimi altında kendi geleneklerine göre yönetiliyorlardı. Bunlara “Yörük”, zaman içinde yerleşikliğe geçerek tarımla uğraşan Türkmenler ise “manav” olarak adlandırılmıştır. Bunlar gittikçe fakirleşen Yörüklere karşı bir asalet unvanı gibi kullanılmaya başlanmış, tarıma bağlı oldukları ve iyi toprakları işledikleri için zenginleşen “manav köyleri” fakir gördükleri Yörüklere biraz tepeden bakar olmuşlardı.

1842’de alınan bir karar ile Yörüklerin bulundukları sancak dışında yaylak ve kışlığa gitmeleri yasaklandı. 1861’den itibaren Konar-Göçerlerin (Yörüklerin) bulunduğu bölgenin valisi tarafından iskan edilmeleri kararlaştırıldı. Karasi sancağı o yıllarda Hüdavendigar vilayetine bağlı olduğu için, bu iskân hareketi zamanın valisi olan Ahmed Vefik Paşa tarafından 1862-64 yılları arasında zalimce davranarak gerçekleştirildi. Bugün bile “çadır yırtan paşa” olarak bilinmekte ve anılmaktadır.

Aslında, devletin kesin bir iskân hareketi ile aşiret düzenli bir vergiye bağlanacak, askere alma işlemleri düzene bağlanacak, konup göçmeler sırasında ortaya çıkan adli olaylar ve şikayetler önlenecek, devletin kullanılmayan toprakları ziraata açılacaktı. Nitekim emirler doğrultusunda aşiretler, obalar, oymaklar iskân yerlerine gittiler, sazlardan, kerpiçlerden evler inşa ederek iskâna geçtiler. Hayvancılığa dayalı ekonomileri nedeni ile konargöçer oymaklar yerleşikliğe geçince kendileri için büyük bir ekonomik yıkım oldu. Fakirleştiler, yoksullaştılar. Açlıkla karşı karşıya kalınca ormanları tükettiler. Ağaç ekme kültürü de gelişmediğinden bunların yerleştikleri köyler bugün çıplak tepeler arasında kaldı.

Karasi sancağına gönderilen yazıda, muhacirlerden “Ağnam Rüsumu”nun 1281(1864-1865) yılından itibaren alınması kararlaştırılmış, fakat kararın tatbikatı 1282 sonuna rastladığından, Muhacirleri n de bu konuya alışık olmamaları ve hele 1281 ve 1282 yılına ait Ağnam Rüsumu’nun birlikte alınmasının ağır geleceği düşünerek, verginin 1282’den itibaren alınması usulü benimsenmiştir.

Osmanlı Devleti Konar-Göçer Yörüklerin iskânı ile uğraşırken, Kafkasya Bölgesini işgal ve soykırım uygulayan Rusya’nın baskıları sonucunda Osmanlı topraklarına sürgün edilen yüz binlerce Kafkaslının iskân problemleri ile karşı karşıya kaldı.

Yukarıda da değinildiği üzere; Bab-ı Ali’nin bir emri vaki sonunda karşılaştığı bu göç olgusunun ileride kendisine yarar sağlayacağı düşüncesi bir teselli unsuru oluyordu.

Osmanlı Devleti, O dönemde Kırım, Kafkasya ve Rumeli’den zorunlu göçe tabi tutularak sürgün edilen Müslüman Türk ve Kafkaslı göçmenlerin iç bölgelerde uygun sahalara yerleştirilmeleri sureti ile içe dönük bir iskân politikası uygulamıştır.

1864 yılındaki göçler sırasında, Hüdavendigar sınırları dâhilinde bulunan Balıkesir sancağı yöresindeki iskan işlerini de yürütmek üzere vilayet dâhiline yeni “İskan-ı Muhacirin” memuru daha tayin edildi. Bunun yanına katip, tercüman ve on-on beş kişiden oluşan zaptiye de gönderilmiştir. 1864’te gelen göçmenlerin iskânları büyük ölçüde tamamlanmasından sonra, 1866’da vilayet ve sancaklardaki sevk ve iskân memurları lağvedilmeye başlandı.

Muhacirlere verilen arazi ya miriye aitti, ya da muhtelif sebeplerle sahipleri tarafından terk edilen topraklardı. Ancak genellikle bu çeşit topraklar halk tarafından gasp edilmiş veya mera olarak kullanılmış olduğundan, arazi tahkiki sırasında görevliler ile ahali arasında, iskân sonrasında ise göçmenlerle ahali arasında çekişmelere ve kırgınlıklara yol açmaktaydı. Nitekim talimatlarda bu hususa da dikkat edilerek görevlilere hatırlatılmaktaydı.

Nitekim, Karasi sancağında yerleşenlerden bazılarının akrabaları öteden beriden gelmişler, neticede tahsis edilen arazi bunların bütününe yetmeyince ahalinin arazisine saldırılar baş göstermiştir.

Bab-ı Ali’nin bütün gayretlerine rağmen iskân konusunda problemler meydana geliyor, şikâyetler eksik olmuyordu. Nitekim 1870 yılında özellikle Anadolu’daki iskân mahallerinde şikâyetlerin artması yüzünden yeni bir teftiş heyeti görevlendirilmiştir.

Bu bağlamda; muhacirlere dağıtılan arazinin adaletli taksim edilip edilmediğini, kabile liderlerinin devletin kanununa riayet konusunda uyarılmaları, muhacirlerin silah taşımalarının önlenmesi ve diğer hususlarda ıslahat yapmakla görevli olmak üzere, Hüdavendigar vilayeti Karasi sancağına, Bab-ı Ali ve Seraskerlikten birer memur ve zabit (binbaşı rütbesinde) gönderilmesi karalaştırıldı.

Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Rumeli topraklarında cereyan eden 93 Harbi dolayısıyla Rusların istilasına uğrayan Rumeli’den Anadolu ve Ortadoğu taraflarına nakledilecek Çerkes- Abhaz göçmenleri ve İstanbul’a doğru göç etmekte olan Türk-Tatar göçmenlerinin durumları ile ilgilenmek üzere, 13 Ağustos 1877’de “Muhacirin Komisyonu”, 25 Ocak 1878’de ise “Umum Muhacirin Komisyonu”na bağlı olarak “Sevk-i Muhacirin Komisyonu” kuruldu. Göçmenlerin sevki için İzmit, Bandırma, Mudanya ve Gemlikte birer memur bulundurulmasına da karar verildi.

1878 Ocak ayı içinde Çanakkale Boğazı’na doğru büyük göçmen kitleleri akmaktadır. Burada bulunan Çerkes ve diğer göçmen grupları panik halinde Lâpseki’ye geçmişlerdir. 1878 Ocak ayı içinde Tekirdağ’da toplanan 15.000 göçmenden Bandırma’ya gelen 4.000 Çerkes Balıkesir’e yerleştirildi.  Aynı tarihte Bandırma’ya 12.000 Çerkes geldi. Bandırma da toplam 30.000 göçmen bulunmaktaydı. İngilizlerin Bandırma’daki konsolos ajanı olan Mihalopulo’nun İstanbul’a gönderdiği 8 Şubat 1878 tarihli raporda Bandırma’ya 12.000’den fazla göçmenin geldiği, bunların 4.500 kadarının yakın köylere yerleştirildiğini ve çevrede 30.000’e yakın Rumeli göçmeninin bulunduğunu bildiriyor.

Balıkesir’deki komisyon öncelikle cami ve medreselerde barındırdığı göçmenlerin iaşe ve giyimini sağladı. Hastaların tedavisine, açlık ve soğuktan yarı ölü hale gelmiş olanların sıhhati ile ilgilendi. Daha sonra bunların Balıkesir bölgesinde bir an önce yerleştirilmeleri için çalışmalara geçti. Tüm bölgelerde olduğu gibi, iskân arazisi devletin uhdesinde bulunan vakıf toprakları, sultan çiftlikleri, köylerde ortak kullanım alanı olan hazine arazileri “miri topraklar”dı.

Özellikle Gönen, Manyas, Susurluk arazisi içinde geniş vakıf arazileri ve çiftlikleri bulunduğundan Çerkes göçmenlerin büyük bir kısmı bu topraklarda iskân edildi. Diğer gruplar kazalara ve büyükçe köylere, özellikle eski tımar çiftliklerine dağıtıldı.

93 Muhaciri Kırım Tatarlarının bir kısmı Bandırma’da kalırken, bir kısmı da köy ve kasabalara dağıtıldı.

Çerkes göçmenleri, iskân edildikleri bazı köylerde hiç anlamadıkları bir tarım biçimi ile karşılaştılar. Yerleştikleri yerlerdeki Türk veya Muhacir köylüler de hiç anlamadıkları bir dil ile konuşan ve kendi dillerini bilmeyen, camideki dualardan başka ortak yanları bulunmayan Çerkes göçmenleri ile anlaşamadılar. Bu tür köylerde aileler arasına serpiştirilmiş bir şekilde iskân edilmiş Çerkes göçmenleri zaman içinde köyleri terk ederek Çerkeslerin toplu olarak bulundukları köylere veya merkezlerde oluşturdukları Çerkes mahallelerine yerleştiler.

Balıkesir bölgesi dâhilindeki köylere iskân edilen Çerkes göçmenleri Kafkas örf ve adetleri meyanında dillerini de korudular.

Çerkeslerin bir arada yaşadıkları göçmen köylerinde çoğunlukla Kafkas kültürünü bugünlere dek yaşattılar. Adige Xabze dediğimiz Kafkas örf ve adetlerini uygulamaya geldikleri gibi, dillerini de muhafaza etmişlerdir.

93 Muharebesi sonunda Tuna boylarından Evlad-ı Fatihan, Tatarlar, Çerkesler geldiler. Kırıla, döküle, kaybola, katledile, yüz binlerle geldiler.

Balıkesir sınırları dâhilinde kurulan Çerkes köylerinin dışında, bölgeye daha sonraları Ubıhlar, Abhazlar, Çeçenler ve Dağıstan bölgesi halkından Lezgiler ile kökenleri peygamber sülalesine dayanan Seyyidler gelerek Balıkesir ili içinde kendilerine yurt edindiler.

Balkan Savaşı sırasında Sırpların zulüm ve katliamından kaçan Kalacına Boşnakları da Balıkesir’e getirildi. Bunlar; Balya, Havran, Edremit, Burhaniye ve Ayvalık’a yerleştirildi. Ayvalık’a giden Boşnaklara düşman gözüyle bakıldı. Sarımsaklı mevkiinde iskan edilen Boşnaklar ile Küçükköy Rumları arasındaki çatışma ve geçimsizlik had safhadaydı. Çanakkale Savaşları sırasında İngilizlere yardımda bulunan Küçükköy Rumları Balıkesir, Bursa, Kirmasti, Kütahya, Ankara ve hatta Kayseri’ye kadar gönderildiler. Daha sonra dönen Rumların bir kısmı Ayvalık’a yerleştiler.

1880-1881 yıllarında; Bandırma, İzmit ve Alemdağ taraflarına gönderilen Çerkesler’den bazısının “Ahali-i Mutavattınaya Tasallut etmekte ve hayvan mallarını yağma etmekte bulundukları” bildirilmiştir.

Vital Cuinet’e göre; 1885 yılında 1577 Pomak Karasi merkez kazasına iskân edilmiştir.

Bab-ı Ali tarafından 93 Harbinden sonra özellikle 1885 yılından sonra 740.000’den fazla Türk ve Müslüman ahalinin göç ettirilmesine karar verilmişti.  Göç edecek olan ahaliden takriben 160.000 kadarı öncelikle Gelibolu, Edirne ve İstanbul arasında tespit edilen boş arazilerde iskân edilmesi, geri kalan 600.000 dolayındaki Müslüman ise Hüdavendigar ve aydın vilayetleri meyanında Karesi (Balıkesir) vilayetine de 35.000 kişi iskân edilmiştir.

Daimi olarak iskan edilmek üzere Balıkesir vilayetine dağıtılan ve kendilerine arazi verilen Muhacir ailelerinin konut ihtiyaçları valiliklerce karşılanıyordu. Buna karşılık, Muhacirlerin evlerini genişletmek amacıyla kesip nakil edecekleri kerestelerden kanuna uygun vergi alınacaktı. Öte yandan, devlet göçmenlerin ormanları tahrip etmemelerine, orman sahalarında köy kurulmamasına dikkat ediyordu. Buna rağmen 1885 yılında Muhacirlerin düzensiz ve plansız kesimleri neticesinde, Balıkesir’deki ormanlar tahrip olmuş durumdaydı. Meskenler yapıldıktan sonra kurulan yeni mahalle veya köylere isimler verilmekteydi. Eğer bu köylerde miri ve vakıf arazisi üzerinde yapılacak hane ve avlu için temlikken senet verilmesi, ağıl vs yapılacakların mukataaya bağlanması hükmü getirilmiştir.

93 Harbinin üzerinden on yıl geçtikten sonra bile, göçün devam etmekte olduğu ve aynı savaş yıllarındaki gibi,  gelenlerin sevk ve tanzimi için merkez ile taşranın yoğun bir çaba gösterdiği anlaşılmaktadır.

Örneğin; 16 Mart 1887(20 Cemaziyyel-Ahir 1304- 4 Mart 1303) tarihli belgeye göre, 1302 Martı başlangıcından sonuna kadar (13 Mart 1886- 12 Mart 1887) geçen bir sene içinde İstanbul’a gelenlerle taşraya sevk edilen muhacirlerin miktarını bildiren “Muhacirin Sevkiyat Müdiriyeti”ne bağlı “Journal Komisyonu”nun tebliği, Muhacirin İdare-i Umumiyesi Reisi tarafından Sadarete sunulmuştur.

Bu tebliğe göre düzenlenen çizelgeye göre; İstanbul’a gelen göçmenlerden 2.803 hane, 13.343 kişiden bir kısmı, diğer vilayetler meyanında Balıkesir’de de iskan edilmek üzere sevk edildiği belirtilmektedir.

1889 yılında Karesi’nin Manyas nahiyesinde bulunan koyun kafiri ve geyikler çiftliklerinde yerleştirilen Çerkesler zamanla çiftlik sahibi ve köylülerin tasarrufunda bulunan 12.000 dönüm mera ve tarlaları gasp etmişlerdir. Mülk sahiplerinin şikayeti üzerine, bunların hukuklarını korumak amacı ile, bölgeye Liva İdare Meclisi Azasından Müftü Efendi’nin başkanlığın özel bir heyet gönderilmişse de bir netice alınamamıştır. Olaya müdahale eden II Abdülhamid; kuvvet kullanılması sonucu çıkması muhtemel hadiselerin önüne geçilmesi amacıyla ve göçmenleri maddi zarara uğratmamak için, miri arazilerle, yerli ahalinin tasarrufundaki tarlaların sahiplerinden satın alınarak göçmenlere terk edilmesini sağlamak üzere bölgeye özel memurlar gönderilmesini sağlamıştır.

1307 tarihli Hüdavendigar Salnamesine göre; 1890’lı yıllarda Hüdavendigar vilayetine sevk edilen toplam 151.787 göçmenden 46.220 nüfus Karesi Sancağı’na dahil aşağıdaki kazalara iskan edilmişlerdir:

20.465 kişi      Balıkesir(merkez)

14.585 kişi      Bandırma

8.769 kişi        Gönen

1.766 kişi        Edremit

164 kişi           Kemer

136 kişi           Bigadiç

335 kişi           Sındırgı

Bilindiği üzere; İskan-ı Muhacirin talimatının 29. Maddesine istinaden köy ve kasabalarda bulunan hali, miri ve mevkuf araziden Muhacirlere yeterli miktarda toprak verileceği hükme bağlanmıştır.

Sadaret, vilayetlere gönderdiği emirlerde göçmenlere arazi verilirken arazi kanununun 131. Maddesine de uyulmasını istemiştir.

Buna rağmen Balıkesir’e sevk edilen göçmenlerin arazi ihtiyaçları giderilemeyince, arazi sıkıntısına bir çözüm bulabilmek amacıyla “Manyas göl ayağının” temizlenerek göldeki su seviyesinin indirilmesi ve Manyas Ovası’ndaki bataklıkların ıslahı ile 100.000 dönümlük bir arazinin iskana açılması için 1890’lı yıllarda bir proje geliştirilmiştir.

Karasi Gazetesi’nin 11 Şaban 1334-30 Mayıs 1332 (1916) tarih ve 8-112 sayılı nüshasında verilen haberde:

“Yeni kadro mucibince teşkil edilen Liva Muhacirin Müdüriyetine Konya  Muhasebe-i Hususiye Müdürü Hüseyin Hüsnü ve birinci katipliğine dairede müstahdem Kemal, ikinci katipliğe İzmit Muhacirin İdaresi katibi Ziya ve hesap memurluğuna Liva Tasfiye Komisyonu katiplerinden Hikmet ve Şefki, memurluğa hariciye Nezareti Hulafayı Sabıkasından Ziya Bey ve Efendiler tayin olmuşlardır” denilmektedir.

Ses Gazetesi’nin 21 Teşrinsani 1918-16 Sefer 1337 tarih altı nolu nüshasında verilen haberde:

“Balıkesir’de 2.500 İslam Muhaciri vardır. Bunların bir kısmı malum evlere, diğer birçoğu da medreselere yerleştirilmişti. Şimdi yakalarından tutularak zavallılar sokaklara atılmaktadırlar. Bu muameleler günahtır ve ayıptır. Artık kendilerine merhamet gösterilmesini, bu felaketzede kardeşlerimizin zulümden kurtarılmasını rica ederiz” denilmektedir.

Balkan Savaşı neticesinde 440.000 kadar göçmen Anadolu’ya göç etmiştir. Mc Carthy’ye göre 1912-1920 döneminde Balkanlardan göç edenlerden Karesi vilayeti(Balıkesir)ne toplam 14.687 kişi iskân edilmiştir.

Hüdavendigar vilayeti salnamelerine göre; XIX yüzyıl sonlarında bütün Batı Anadolu’da olduğu gibi, Balıkesir’de de Rum ve Ermeni artışı dikkati çekmektedir. (Balıkesir vilayeti dâhilinde yaşayan gayrimüslimlerin oranı yüzde 50 oranında idi.)

Tarih içinde Bulgaristan’dan ayrılan bazı küçük gruplar iş aramak için Rumeli dışında Anadolu topraklarına da yayılmışlardır. Bunların bir kısmı da Balıkesir vilayeti toprakları içinde, tarım işçisi, çobanlık, amelelik, duvarcılık, bakkallık gibi işlerle uğraştılar.

Balıkesir vilayeti dâhilinde iskân edilen 11 eski Bulgar köyü halkı Balkan Savaşından sonra Bulgaristan’a gerisin geri göç ettiler.

Ayvalık Rumlarının Osmanlı Devleti içinde özel bir özerkliği vardı. Bölgede Müslümanların iskânına izin verilmiyordu. 1821 Yunan İhtilali  sırasında Ayvalık Rumları da İhtilale katıldılar. Balıkesir Mutasarrıfı’nın emri ile Kepsut yöresinden sevk edilen Çepniler Rum ayaklanmasını bastırdıktan sonra bölgeye iskân edilmişlerdir.

Balıkesir Vilayetinde Yerleşik Kafkas Göçmeni  Köyler:

Balıkesir bölgesine sevkedilen Kafkas halkından;

  1. Çerkeslerin iskan edildikleri köylerden;

7 adedi Bandırma,

3 adedi Dursunbey,

19 adedi Gönen,

10 adedi Manyas,

15 adedi Susurluk,

2 adedi İvrindi,

2 adedi Kepsut,

5 adedi Merkezde,

1 adedi Balya,

Olmak üzere toplam 67 köyde iskan edilmişlerdir.

  1. 22 aded köyde Ubuhlar var.
  2. Dağıstan bölgesinden gelen Avar ve Lezgiler dört köyde, Seyyidler ise bir köyde iskan edilmişlerdir.
  3. Çeçenler; Bandırma merkezde; Gönen ilçesi Ortaoba ve Muratlar’da yaşamaktadır.

 

III- ÇANAKKALE VİLAYETİNE İSKÂN EDİLEN KAFKAS GÖÇMENLERİ

Kafkaslı göçmenlerin Çanakkale (Biga) yöresine iskân edilmesi konusuna geçmeden önce, Çanakkale’nin idari yapısının tarihsel gelişimine kısaca değinmekte yarar vardır.

Günümüzde tek idari yapı içerisinde olan Çanakkale, Osmanlı Devleti’nde uzun süre “Cezair-i Bahr-i Sefid” Eyaletine bağlı olarak Anadolu kısmı” Biga Sancağı”, Avrupa’daki kısmı ise” Gelibolu Sancağı” şeklinde yönetilmiştir.

Biga Sancağı’nın merkezi “Kale-i Sultaniye” (Çanakkale) kasabası olmuştur. Biga Mutasarrıfı aynı zamanda Boğaz muhafızlığı görevini de ifa etmiştir.

1864 yılında çıkarılan Vilayet Nizamnamesi ile Osmanlı, Eyalet sisteminden Vilayet sistemine geçer. Esas düzenleme ise 1867’de gerçekleşir.

1866 yılında Kale-i Sultaniye, “Adalar Vilayeti”nin merkezi iken, 1876’da Vilayet merkezi Sakız’a nakledildi.

Müstakil Mutasarrıflık olmadan önce İstanbul Şehremaneti ve 1881 yılında da Karesi (Balıkesir) vilayetine  bağlanmışsa da, 1888’de yeniden eski haline gelmiştir. Ve daha sonraki değişikliklerle il bugünkü durumu almıştır.

Çanakkale Vilayeti, İstanbul’a yakın ve deniz yoluyla ulaşılması kolay olduğu için en çok göçmen sevk edilen illerden biri olmuştur. Göçmenler özellikle” Biga Sancağı” dahilinde iskan edilmişlerdi. Daha önce bu bölgede yaşayan yerli halkın çoğunluğu Rum olması yüzünden, stratejik bir bölge olduğu için burada Müslüman nüfusun artırılması, buraya göçmen sevk edilmesini gerektiren bir başka önemli sebepti.

Çanakkale’ye iskan edilen göçmenlerin miktarı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip değiliz.

Yalnız 1895 tarihli bir belgede, savaştan sonra Biga Sancağı’na 5.240 hanede 21.577 nüfus Rumeli ve Kafkas göçmeni sevk edilerek bunların 70 köyde iskan edildikleri ve başka boş arazi kalmadığı belirtilmektedir.

1280 tarih 14 sayılı Takvimi Vakayi Gazetesinde ;  Biga Sancağı’nın Bayramiç kazasında bir  müddet ikamet eden ve sonra Biga ve Dimetoka taraflarına giden göçmenler için yapılan masrafların terkinine dair haber bulunmaktadır.

Rus istilası üzerine (1877-1878); Rumeli’de oturmakta olan Türk nüfusu ile birlikte Çerkeslerin de (hemen hemen tamamı) İstanbul tarafına doğru  göç etmeleri yüzünden 300.000den fazla bir nüfusun Edirne ile İstanbul arasında, daha sonra da Marmara Denizi’nin etrafına yığılmıştır.

II Abdülhamid devrinde Türk limanları arasındaki deniz taşımacılığı Avrupa kampanyaları, İdare-i Mahsusa ve Şirket-i Hayriye’ye ait Gemilelerle yapılıyordu. Bu devirde Osmanlı Şirketlerinin elinde 23 yolcu vapuru mevcuttu. Bu vapurlar, Boğaziçi, Marmara ve Karadeniz’de çalışıyordu.

Varna’dan ilk etapta Çerkes muhacirleri Mart 1878’den itibaren gemilerle sevk edilmeye başlandı. 800 muhacir, kiraladıkları bir gemi ile Varna’dan Mudanya iskelesine gelmişlerdir. Llyod kampanyasından kiralanan gemiler ve “Selimiye Fırkateyni”, “Taif”, “Feyziyye-i Bari”, “Sultaniye” ve “Mecidiye” vapurları ile muhacirler Akyolu Bergosu’ndan Bartın ve Biga Lapseki’ye taşınmışlardır.

25 Şubat 1878’de “Umumi Muhacir Komisyonu”da bağlı olarak, “Sevk-i Muhacirin Komisyonu” da kuruldu. Göçmenlerin sevki için İzmit, Bandırma, Mudanya ve Gemlik’te birer memur bulundurulmasına da karar verildi.

Şubat 1878’de Bandırma ve çevresinde yığılan 30.000 muhacirden her gün 4-5 kişi hastalık nedeni ile ölüyordu.

İskan sırasında, göçmenlerle yerli ahali arasında üzücü ve nahoş olaylar meydana gelmiştir. Örneğin;

Muhacirlerin vilayetlere eşit oranda dağıtılamaması, başta Hüdavendigar, Aydın ve Biga olmak üzere Batı Anadolu’daki vilayet ve sancaklarda yığılmaları, yerli halkı ile Muhacirler arasında çeşitli anlaşmazlıkların çıkmasına sebep olmuştur. Bu anlaşmazlıkların çoğu göçmenlerin yerli ahalinin tasarrufunda bulunan topraklara yerleştirilmelerinden kaynaklanıyordu. Nitekim geçim sıkıntısı çeken muhacirler, yer yer yerli ahalinin topraklarını gasp ediyorlardı. Örneğin; Biga Sancağı dâhilindeki göçmenler, 1877-1890 yıllar arasında 20.000 dönüm araziyi işgal etmişler, bu da takriben 60.000 muhacir ile 20.000 yerli arasında 8-10 yıl sürecek olan kavgalara sebebiyet vermiştir.

Manyas nahiyesinde ise Çerkesler 12.000 dönüm arazi gasp etmişlerdir. Muhacir yerleştirilen bölgelerin bazılarında ise yörenin nüfuslu kişileri ve diğer yerli ahali, göçmenlere tahsis edilen toprakları gasp etmeye çalışmışlardır.

Rum Patrikliği 1878 yılında Siroz, Bandırma ve Erdek bölgesindeki Çerkes muhacirlerinin davranışlarından şikayetçi olmuştur. Ancak kayda değer durum tespit edilemediğinden hadiselerin abartılmış olabileceğini Nedim İpek belirtmektedir.

Çerkeslerin benzer hadiselerini önlemek için mahalli idareler, bölgelerindeki zaptiye ve askeri kuvvetlerini artırmak, Çerkesleri silahsızlandırmak ve huzursuzluk çıkaranları köylere dağıtarak cebren yerleştirmek arzusundadırlar.

İskan-ı Muhacirin talimatının 29. Maddesine göre, köy ve kasabada bulunan hali,miri ve mevkuf araziden muhacirlere yeterli miktarda toprak verileceği hükme bağlanmıştır. Buna göre, İdare-i Muhacirin Komisyonları, göçmenlere, Vilayet İdare Meclislerinin yapacakları tahkikat neticesinde, sahipsiz, boş veya gasp olunduğu tespit edilen yerlerden arazinin verimliliğine göre hane başına 20-60 dönüm arazi verilecekti. Bu hükme istinaden dağıtılan arazi, muhacirlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemiştir. Zaten, arazi kanununun 131. Maddesinde, iki öküze sahip olan bir çiftçiye arazi tahsis edilmesi gerektiği hükme bağlanmıştı.

Bunun üzerine, Sadaret, vilayetlere gönderdiği değişik tarihli emirlerde, muhacirlere arazi verilirken bu maddeye riayet edilmesini istemiştir.

Buna rağmen,  muhacirlerin arazi ihtiyaçları giderilemeyince, veriliş tarihinden itibaren on beş yıl geçmedikçe, bir başkasına satılmamak şartıyla Rumeli ve Anadolu’da bulunan miri çiftlik arazileri, korular, müzayedesine karar verilen miri topraklar ve tarıma elverişli olmayan yerler,  ıslah edilmek şartı ile, muhacir iskanına açılmıştır.

Çerkeslerin iskan edildikleri yerlerde zorla çıkarılmasının daha büyük hadiselere sebebiyet vereceği fikrinde olan II Abdülhamid, ilgili makamlardan Çerkeslere aşağıdaki esaslar dâhilinde davranılmasını istemiştir:

1.Anadolu’ya iskân edilen Çerkeslere hüsnuniyetle davranılacaktır.

2.Çerkeslerin gasp ettiği toprakların değeri sahiplerine Bab-ı Ali tarafından ödenecektir.

3.Henüz yerleştirilmemiş olanlar ikna yoluyla müteferrikken yerleştirilmeye çalışılacak veya Anadolu’da daha önceden Çerkes iskân edilen yerleşim birimlerinin elverişli yerlerinde iskân edilecektir.

Edirne vilayeti dahilinde birikip herhangi bir yere yerleştirilememiş olan muhacirlerin Dedeağaç’tan vapurlarla Hüdavendigar ve Aydın vilayetleri ile Biga ve Karesi, Sancaklarının sevk edilmesi kararlaştırılmıştır.

Dedeağaç’tan Lapseki’ye 400 muhacir götürülmüştür.

1882 yılında İdare-i Mahsusa’ya ait vapurlardan birisine, 12.800 kuruş nakil masrafı ödenerek Kafkasya Çerkes göçmenlerinden bir miktar Biga’ya iskân edilmiştir. Bunlara 10.677 kuruş da peksimet parası ödenmiştir.

Çerkesler Osmanlı topraklarına yoğun bir şekilde göç etti. 1883’te bile iç bölgeler yerleştirilmek için İstanbul’da bekleyen Çerkeslerin sayısı hükümeti endişelendirecek kadar çoktu. Bunlardan bazıları hala Üsküdar’da kısa sürede inşa edilmiş barınaklarda kalırken, diğerleri daha iç kesimlere doğru, kargaşa yaratmak veya Çerkeslerin yoğun olduğu Biga ilçesindeki akrabalarının yanına gitmekteydi.

1883’te ise, Biga’ya iskânına karar verilen 500 hane Kafkasya Kabardey kabilesi göçmenlerinden 200 hanesi gönderilmiş, geriye kalanlarının iskân edilip edilmeyecekleri de mahalli yetkililerden sorulmuştur.

Biga, göçmen iskân sırasında büyük sıkışıklıklar yaşayan bölgelerden biri olmuştur. Bu yüzden burada göçmenlerle yerli halk ve yetkililer arasında bir takım huzursuzluklar meydana gelmiştir.

Biga’da Çerkeslerin iskânından söz edilirken, bunların Kafkasya’dan gelen Çerkesler mi, yoksa Rumeli Çerkesleri mi olduğu  da güçleştirmektedir.

28 Ekim 1883 (26 Zilhice 1300/ 17 Teşrini Evvel 1299) tarihli Biga Livası Mutasarrıfının Muahcirin-i İdare-i Umumiyesi riyasetine gönderdiği takrirde (BA.Y. MTV.13/21) böyle bir yerleşme hikayesi bulunmaktadır:

Belirtildiğine göre; 10 Ekim 1883 (28 Eylül 1299) tarihli bir arzuhal ile Çerkes muhacirlerden Ömer Efendi, Rusya’dan gelecek olan ve 15 nüfustan oluşan ailesi için “Biga kazasında müceddeden teşkil edilen Osmaniye” köyünde yer aldığı halde, adı geçen köye yerleşmelerinin engellendiğini bildirmiş ve yardım istemiştir. Buna karşılık Mutasarrıflık, bu köyün 6-7 ay önce kurulduğunu, birçok Çerkes ailesinin buraya yerleştirildiğini ve her aileye yedişer dönüm arazi verildiğini belirtmiş ve daha fazla nüfusun burada yerleşmesine imkân bulunmadığını ekleyerek adı geçenin isteğinin yerine getirilmesinin mümkün olamayacağını bildirmiştir. Bununla birlikte, Ömer Efendi’nin ailesinin halen Rusya’da bulunduğu, buraya yerleştirileceklerine ilişkin talimat çerçevesinde düşünülemeyeceği de belirtilmiştir. Ayrıca, uzun zamandır Biga’ya Kafkas ve Rumeli muhacirlerinin pek kalabalık bir halde geldiklerini ve bundan böyle daha fazla muhacirin gönderilmesinin önlenmesini talep etmiştir.

1884 yılında Karahisar-ı Sahibe iskân edilmek üzere Bursa’ya gönderilen göçmenlerden bazılarının, ana baba ve akrabalarının daha önce göç ederek Biga’ya yerleştiklerini, bu nedenle kendilerinin de oraya gitmek istediklerini belirtmeleri üzerine, görevli memur Miralay Süleyman Bey, yetkililere haber vermeden bunları Biga’ya gitmelerini uygun bulmuştu. Ancak ellerinde iskân yerleri Karahisar-ı Sahib olarak yazılı bulunduğundan, yollarda önemli güçlüklerle karşılaşmışlardı.

11 Kasım 1884(22 Muharrem 302/ 30 Teşrini Evvel 300) tarihli Dâhiliye Nezareti mektubi kalemi çıkışlı ve Muhacirin Komisyonu Başkanlığı’na hitaben yazılı bir belgede; Bursa’dan Biga’ya gönderilmesi istenen birkaç göçmen ailesinden söz edilmektedir (BA, Y.MTV 16/28). Bu yazıdan anlaşıldığına göre, Biga’ya göçmen ailelerinin yerleştirilmesinden vazgeçilmiş ve bu sebeple Bursa Valiliğinin girişimi durdurulmuştur. Dosyada bu konuda ilgili yazılar mevcuttur. Belge içeriğindeki bilgiden ziyade, konuya devletin yaklaşım göstermesi bakımında önemlidir.

Dosyadaki mevcut yazılardan, Dâhiliye Nezareti bünyesinde bir “Muhacirin İdare-i Umumiyesi”nin bulunduğu, vilayetlerde de “Muhacirin Komisyonları”nın kurulduğu, merkez ile taşrada kurulan komisyonlar arasındaki ilişkiyi ve işlemleri inceleyen ve denetleyen bir “Muhacirin Umumi Müfettişi”nin görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Yani, göçmenlerin ülke çapında yerleştirilmesi, merkezi idarenin temel sorunlarından birisi daha algılanmıştır.

Yer darlığı çekilmesi üzerine, yerli ahalinin tasarrufunda bulunup işlenmeyen ihtiyaç fazlası araziler sahiplerinden satın alınarak göçmenlere tahsis edilmesi sağlanmıştır. Örneğin, 1884 yılında 3.010 kişilik bir göçmen kafilesi bu statüdeki tarlalara yerleştirilmişlerdir.

Göçmenlerin bir kısmı, iskan memurunun izni ve mahalli idarelerin bilgileri doğrultusunda iskana elverişli olmayan ve yeterli arazisi bulunmayan yerlere iskan edilmeleri  zorunda kalındı.

Nitekim, Biga kazasında kurulan Şevketiye, Cihadiye, Şerefiye, İhvaniye, Feyziye ve Lütfiye köylerindeki göçmenlere geçimlerini temin edecek miktarda tarla ve arazi dağıtılmamıştır. Bu durum karşısında geçimlerini temin edemeyen göçmenler, yerli ahalinin tasarrufunda bulunan tarla ve arazilere tecavüz etmeye ve hatta işi, yerli ahaliye saldırmaya kadar vardırdılar.

Nitekim, 1302 (1884-1885) yılında Çeltik köyünden Osman Çavuş, evinden alındıktan kısa bir süre sonra öldürülmüş, Okçular köyü basılmış ve Sarıca, Baniç, Danişmend, Hisarlı, İskender, Yakmazlı, Giritli, Akbekir, Dimetoka kasabası arazileri istila edilmiştir.

Geçim sıkıntısı ile karşı karşıya kalan muhacirler, Mutasarrıflık dâhilinde 20.000 dönüm araziyi işgal ve istila etmişlerdir.

1885 yılında Biga’da bulunan göçmenler mahalli makamlara gelerek tohumluk ve zahire talebinde bulunmuşlardır. Fakat Biga’da yeteri kadar zahirenin bulunmaması nedeniyle bunlara bir şey verilememişti. Bunun üzerine göçmenler küçük, büyük kalabalık bir grup halinde hükümetten zahire talebinde bulununca, bunlara yeteri kadar zahire dağıtılacağı bildirilmiş, onlar da devlete dua ederek dağılmışlardır.

Öte yandan, iskân edilinceye kadar göçmenlerin yiyecek ve giyecek ihtiyaçları devlet tarafından karşılanması gerekiyordu. Bu zaruri ihtiyaçlarının karşılanmaması  bir takım huzursuzlukların çıkmasına sebep oldu. Özellikle, Çerkesler bulundukları yerlerde yerli ahaliye saldırıp mallarını gasp ederek asayişi bozuyorlardı.

Bu gibi hadiseleri önlemek için 1886’da Mutasarrıflığa (Biga) göçmen sevkiyatı yasaklanmış ve muhacirlere, arazi satın alınmak amacıyla 160.000 kuruş tahsis edilmiştir.

Muhacirler tarafından vilayetler dâhilinde köyler ve mahalleler kurulmuştu. Bu yerleşim birimlerinde köy veya mahallenin büyüklüğüne göre mektep, cami ve mescit yapılmıştır. Böylece, eğitim çağındaki çocukların eğitimlerini sürdürmeleri temin edilmiştir. Mektep ve camilerin inşaat masrafları mahalli idarelerce, hazinece veya yardımlarla karşılanırken, kereste ihtiyaçları miri ormanlardan temin edilmiştir.

Mahalli idarelerin arazi kavgasına çözüm getirememesi nedeni ile, 1308(189-1891) yılında Şura-yı Devlet Azası’ndan Abdullah Bey’in riayesetinde Hüdavendigar Vilayeti İskan-ı Muhacirin Müfettişi Nafız Bey, Merkez Liva Naibi Efendi, Liva Defter-i Hakani memuru, Erkan-ı Harbiye Umumiye Dairesi dördüncü şubesinden Binbaşı Hüseyin Remzi Bey, beşinci şube memuru Yüzbaşı Hüseyin Selami Efendi’den müteşekkil bir komisyon kurulup gönderilmiştir. Bu komisyon kendisine verilen talimata göre, Biga’daki yerli ahalinin tasarrufunda olan arazinin muhacirler tarafından zapt edilip edilmediğini araştırarak mevcut arazi münakaşalarını sona erdirecekti.

Ancak, bu komisyon da başarılı olamamış ve söz konusu hadiseler, göçmenler tamamen yerleştirilip üretici sınıfa geçene kadar devam edecektir. Bu nedenle, bölgedeki asayiş temin edilememiş, aksine arazi kavgaları geniş boyutlara ulaşmıştır.

Göçmenlerin bir kısmı jeostratejik açısından önemli noktalarda iskân edilmeye çalışılmıştır. Örneğin, Çanakkale Boğazı çevresindeki Müslüman köyleri zamanla harap olup dağıldığı için, bölgenin nüfusu hemen hemen Rumlardan müteşekküldü. Boğazın savunması açısından bölgenin Türkleşmesi veya en azından Rumlar ile Türkler arasında bir nüfus dengesinin oluşturulması gerekiyordu. Bu nedenle söz konusu bölgeye iskân edilmeye çalışılmıştır.

Rumeli ile karşı karşıya olması ve İstanbul’a yakın bulunması nedeniyle 93 Savaşı ve sonrası bu bölgeye(Biga) çok miktarda göçmen gelmiştir. Kısa bir süre içinde sancak dâhilinde 60.000 göçmen yığılmıştır. Yapılan çalışmalar neticesinde tespit edilen iskâna elverişli “Muattıla” “Mahlûle” ve hali arazilere yerleştirilen muhacirler, buralarda 40-50 kadar yeni köy teşkil etmişlerdir.

Mutasarrıflığa gönderilen göçmenlerin bir kısmı, jeostratejik açıdan önemli noktalarda yerleştirilmeye çalışılmıştır. Yapılan araştırmalar neticesinde, Çanakkale Boğazı’nın Rumeli cihetindeki istihkamatın arka taraflarında bulunan 13 köyde 45.000 ve Anadolu cihetindeki 4 köyde 22.000 nüfusun mevcut olduğu tespit edilmiştir. Ancak, bölgedeki Müslüman köyleri zamanla harap olup dağıldığı için bu nüfusun tamamı Rum’dur. Müdafaası açısından bölgedeki Türk nüfusun artırılması veya en azından Rumlar ile Türkler arasında bir nüfus dengesinin oluşturulması gerekiyordu. İşte bu fikri gerçekleştirmek üzere, Meclis-i Vükela’nın 10 Şubat 1892 tarihli kararı ile Ezine kasabasındaki Çerkes çiftliği muhacirlere tahsis edilmiştir.

1893 yılında, Biga’da bulunan Kafkas göçmenlerinden bazıları, burada,  yarısı Dağıstan göçmenlerine yarısı da yerli Sarıca köyü ahalisine ait bulunan Sultan Çiftliği arazisini zapt etmişlerdi. Dağıstan göçmenlerinden Musa adlı birisinin şikâyeti üzerine konuyu ele alan Meclis-i Vükela, göçmenlerin zapt ettikleri arazinin bedelini sahiplerine ödemeleri kaydıyla burayı tasarruf edebileceklerine dair karar vermişti.

1883 yılında Biga kasabasındaki Bozgıç ve Dikmiş adlı ormanlık arazileri kırarak kendilerine tarla açan Kafkas göçmenleri de, kendilerine tapu verilmesi için müracaatta bulunmuşlardı. Orman ve Maden Nezaretinin bunlara tapu verildiği takdirde bunun diğer göçmenler için de kötü bir örnek teşkil edeceğini ve ormanların tahrip edileceğini belirtmesine rağmen, Meclis-i Vükela, bunlara tapu verilmesine, fakat bundan sonra göçmenlerin ormanlık arazilere yakın yerlere iskân edilmemesine karar verilmişti.

Biga’da iskân edilen göçmen sayısının bir hayli kalabalık olması, bu tür hadiselerin oldukça sık meydana gelmesine sebep olmuştur. Gerek devlete, gerekse vatandaşlara ait bulunan arazilere girmemeleri için göçmen ileri gelenlerinden bazıları 1898 yılında İstanbul’a çağırılarak kendilerine nasihat edilmiştir.

Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti 1329-1331 tarihli salnamesinde; Tahkikatı Merkezi Umumi Azası’ndan Adnan Efendi tarafından Biga Sancağı’nda yapılan tahkikat sonucu Çanakkale ve Biga’da perişan bir halde pek çok göçmenin bulunduğu anlaşıldığından, Çanakkale’de  teşkil edilen Hilal-i Ahmer (Kızılay) merkezine 750 Osmanlı lirası daha gönderilmiştir. Ayrıca Çanakkale’deki Hilal-i Ahmer hastanesinde fakir göçmenlere bir müddet ekmek ve yemek verilmiştir.

Adı geçen merkez tarafından Ahmed Bey ile beraber 200 çuval peksimet, 20 çuval patates gibi pek çok erzakın yanında 1000 adet battaniye, 3.000 çift çorap ve 200 Osmanlı lirası da yardım maksadıyla Gelibolu’ya göndermiştir.

 

Çanakkale Vilayetinde Yerleşik                                       Kafkas Göçmeni Köyleri:

Çanakkale vilayetine sevk edilen Kafkas göçmenlerinin tamamına yakını Biga ilçesi merkez ve köylerine yerleşmişlerdir. Bunlardan;

1.Çerkeslerin iskân edildikleri köylerin toplamı 12’dir: Cihadiye, Dereköy, Bakacak, Bahçeli, Osmaniye, Kahvetepe, Savaştepe, İdriskoru, Hacıköy, Emirorman, Aşağıdemirci ve Tokatkırı.

2.Çeçenler ise Çınardere ve Çınarköprü köylerinde, diğer göçmenlerle birlikte yaşamaktadırlar.

3.Kafkasya’nın kuzeydoğusundan gelen Kumuklar Türk kökenli olup Aziziye, Doğancı, Akköprü ve Geyikkırı köylerinde diğer göçmenlerle birlikte yaşamaktadırlar.

4.Ayrıca, Tatarlar Arabakonağı ve Eski Balıklı köylerinde bulunmaktadırlar.

 

IV- YALOVA VİLAYETİNE İSKÂN EDİLEN KAFKAS GÖÇMENLERİ

Yalova ili, Samanlı Dağlarının kuzeye bakan eteklerinde kurulmuştur. Yalova’da yerleşim çok eski tarihlere(prehistorik döneme) kadar gider. Yalova yöresi tarih içinde Bitinya, Roma, Bizans toprakları içinde yer aldı. Yalova’nın antik dönemdeki adı bilinmemekle birlikte, yöreye Pylophia ve Xenotochion dendiği, Bizans döneminde İtalizones toprakları ya da Yalakovası diye geçen bu yöre, 1337’de Emir Ali tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. XV ve XVI yüzyıl tarihçileri, yöre için Yalakova ve Yalakabad adlarını kullandılar. İstanbul’a bağlı iken 1995’te il oldu.

Tarihçi Halil İnalcık, 27 Temmuz 2009’da Yalova’da düzenlenen sempozyumda; Osmanlı Devleti’nin 1299 değil, 1302’de kurulduğunu şöyle açıklamaktadır:

“Orta Çağda Hanedan demek Devlet demektir. Türk Devletlerinde hanedanın kurulması için hutbe okunması ve sikke bastırılması gerekmektedir. Ancak, Türk ananelerinde Hakanlığı namzet olanlardan birisinin zafer kazanması gerektiğini ve bu durumu Tanrının ona bir Kut(Hanlık) vermesi şeklinde tasvir edildiğinden söz eder.

Buna istinaden; Osmanlı Beyliği’nin devlet statüsünü, 27 Temmuz 1302 tarihinde Yalakova’da (Yalova’nın o günkü adı) Bizans’a karşı yaptığı Bafeus(Koyunhisar) zaferi ile kazandığını, Osman Bey’den sonra oğlu Orhan Bey’in hiç itirazsız Osmanlı Beyliği’ne oturması, Hanedanın kurulmuş olduğunu ispatlamaktadır.

Yalova: İstanbul, İzmit ve Bursa vilayetlerinin kesişme noktasında yer aldığı için ulaşım açısından tarihten beri önemli konumda bulunmaktadır.

Doğu Roma döneminde Roma yolu, Osmanlı döneminde Hac Yolu ve bazı karayolları Yalova’dan geçmekteydi.

Yalova Vilayetinde Yerleşik Kafkas Göçmeni Köyler :

1.Bölgede mevcut 45 köyden Soğucak köyü Çerkesler tarafından 1860’lı yıllarda kurulmuştur. Köyün orijinal adı Şığauce(at oynatılan yer) olup, Maykop’a yakın bir yerleşim yerinin adıdır. Kabardeyler “Şızıxhuap” diye bilirler. Osmanlının iskan için tespit ettiği yer, Safran (Rum), Çengiler-Sugören(Ermeni)ve Elmalık (Ermeni) köylerinin ortasındadır. Tarihinde, Yalova Vilayeti’ne bağlanmışlardır.

Kocaeli Vilayeti Karamürsel ilçesine bağlı Karadere, Fevziye, Tevfikiye, Aktoprak ve Örencik köyleri, 6 Haziran 1995 tarihinde, Yalova Vilayeti’ne bağlanmışlardır.

2.Bölgede, Dağıstan’dan gelen Avar ve Darginler tarafından 1880’li yıllarda kurulan Güneyköy, Esadiye, Sultaniye ve Çiftlikköy’dür. Bu köylerin kurulmasına sebep olan kişi Şeyh Muhammed Medeni Hazretleridir. Sultan II Abdülhamid döneminde Bursa’ya gelen Medeni Hazretleri bir müddet İmam Şamil’in Naibi Muhammed Emin’in Bursa’da Armut köydeki çiftliğinde misafir olur. Bugünkü Güneyköy’ün olduğu yer o dönemde “Almalı” diye anılmış, daha sonra Sultan Reşad kendi ismini vermek suretiyle köyün adı “Reşadiye” olmuş. Son olarak da “Güneyköyü” ismini almıştır. O yıllarda Dağıstan’dan gelen yoğun göçler nedeniyle Güneyköyü yaklaşık bin haneye ulaştığından yer sıkıntısı baş göstermiştir.

Güneyköy’de birikenler dışında yeni göçlerle karşılaşılması üzerine; 1892’de Esadiye köyü, 1890’da Sultaniye ve Çiftlikköy’lere Dağıstan’dan gelen Avarlar iskan edilmişlerdir.

Şahabettin Özden; o dönemde Güneyköy’ün hiç yoktan kurulup, çevresinde saygın ve etkili eğitim-kültür ve ticaret merkezi kimliğini kazanmasının kuşkusuz eğitim ve öğretime verilecek önemle ilişkisi olsa gerek, diyor. Daha kuruluşunda üç cami v.s. çağına göre ileri sayılabilecek sosyal özellikleri, halen çevresindeki yerleşim yerlerindeki insanlar tarafından anlatılan özelliklerindendir. O döneme göre üstün sosyal yaşamı ve varolan eğitim kurumlarında yetişenlerin başta dini etkiler olmak üzere birçok yönden kültürel etkinlikleri köyün her döneminde önderlik yapan bir merkez kimliğini geliştirmiştir.

 

V- KOCAELİ VİLAYETİNE İSKAN EDİLEN KAFKAS GÖÇMENLERİ

XIX.yüzyılda göçler devam ederken, İstanbul’a yerleştirilemeyen bir kısım göçmenler ilk önce İzmit ve Adapazarı’na sevk edilerek hususi memur ve komisyonlar tarafından yerleştirilmişlerdir. Ayrıca, gönderildikleri vilayetlerin iklimine ve havasına uyum sağlayamayan göçmenlerden de bir kısmı İzmit ve çevresinde iskan edilmişlerdir.

Kocaeli ( İzmit ), ilk çağda “ Bithynia “ adı verilen bölge dahilindedir. İlk defa 1078’de Kutalmış oğlu Süleyman Bey’in yönetimine giren kent, Orhangazi devrinde( 1339) ele geçti. Başlangıçta “ İznikmit “ adını alan kent, daha sonra İzmit şeklinde anılmaya başlandı. Sancak olarak teşkilatlandırıldı ve yönetimi Şehzade Süleyman Paşa’ya verildi. 1888 yılında Dahiliye Nezaretine bağlı Bağımsız Sancak ( Mutasarrıflık ) haline getirilen İzmit, idari bakımından bir Merkez-Liva, dört Kaza ve oniki Nahiye, 606 köyden oluşuyordu.

İzmit Sancağı’na gönderilen Kafkaslı göçmenlerin çoğu Karamürsel kazasına iskân edilmişlerdir.

Bilindiği üzere; Karamürsel Kazasına bağlı Karadere, Fevziye, Tevfikiye, Aktoprak ve Örencik köyleri, 6 Haziran 1995 tarihinde Yalova ili Altınova ilçesine bağlanmışlardır.

Karamürsel tarihi ve coğrafi yapısından ve Anadolu’daki çeşitli uygarlıklara köprü olma konumundan dolayı değişik kültürlerin de merkezi halini almıştır. Bu nedenle Karamürsel yöresi “Uygarlıklar Bahçesi” olarak adlandırılır. Güzel Anadolu’nun tarihi süreç içindeki yaşam çeşitliliği, bizlere bugünlere kadar kesintisiz intikal eden kültürel zenginlikler sağlamıştır. Kafkasya ve Rumeli’den gelen Kafkaslıların göçü de Karamürsel’in kültür birikimine yeni lezzetler katmıştır.

Karamürsel adı, Türklerin ilk Kaptan-ı Deryası olan deniz kumandanı Kara lakaplı Mürsel Alp tarafından bölgede bulunan kasabaya, adına izafeten Karamürsel denmiştir.

Karamürsel’in Yunan işgalinden kurtulmasında Çerkeslerin katkıları büyüktür. Özellikle bölgede faaliyet gösteren Gökbayrak Tabur Komutanı Dağıstanlı Cemal, Süvari Komutanı Şhaplı Hasan Çeri Beyler ve onların saflarında hizmet göre Tsey Davut Çavuş ve Huvaj İbrahim çeteleri ve diğerlerinin ayrı payı vardır.

İzmit Mutasarrıflığı dâhiline gönderilen göçmenlerin kesin sayısını tespit etmek çok güç bir meseledir. Vital Cuinet’e göre; Sancağa 1.175 kişi iskân edilmiştir.

Mutasarrıflık dâhilinde iskân edilen göçmenlere verilen arazinin sınırlarını tespiti ve göçmenlere tapu verilmesi için hususi memurlar gönderilmiş, bu memurların ve muhacir komisyonların yaptığı çalışmaları gösteren “İskân-ı Muhacirin Defterleri” tanzim edilmiştir. 1886 yılına kadar İzmit havalisinde yerleştirilmiş bulunan göçmenlerin nerelere yerleştirildiği, hane başına verilen arazinin miktarı, ailenin adı ve şöhreti, nereden geldiği, verilen arazinin sınırları ayrı ayrı kaydedilmiştir.

İzmit sancağına iskân edilen Kafkaslı göçmenlerin de zaruri ihtiyaçları mahalli kaynaklardan temin ediliyordu. Ancak, yerli kaynakların yeterli olmaması durumunda hazineden bir yardım yapılıyordu. 1880 yılında Şehremaneti, İzmit’e 5.000 kile zahire göndermekle görevlendirilmişti.

Kafkaslı göçmenlerin iskân edildikleri bölgelerde bir takım sorunlar yaşanmıştır. Bu sorunlar iskan memurlarının davranışlarından olduğu gibi, dili bilmeyen Kafkas göçmenlerinden de kaynaklanmıştır. Karma iskan edilen köylerde ise, yerli-göçmen arasındaki anlaşmazlıklar bu tür olaylara sebebiyet vermiştir. Örneğin;

1878 yılında Nüsretiye ve Arslanbey köyleri ve çevresinde bulunan Çerkes ve Abazalar, yerli ahalinin mallarını ve hayvanlarını gasp etmişler ve hatta cinayet işlemişlerdir.

1880-1881 yıllarında bölgeye sevk edilen Çerkeslerden bazısının “Ahali-i Mutavattınaya tasallut etmekte ve hayvan mallarını yağma etmekte bulundukları” bildirilmiştir.

Kocaeli Vilayetinde Yerleşik Kafkas Göçmeni Köyler:

İzmit Sancağı’na sevk edilen Kafkas göçmenlerinden bir kısmı, Karamürsel’in Yalakdere havzasının batısı ve Hersek Deltasının güneyi olmak üzere muayyen yerleri satın alarak değişik tarihlerde  dokuz yerleşimde koloniyel merkezlerini kurmuşlardır. Yalova’nın il olmasıyla birlikte, Karamürsel’e bağlı beş köy idari açıdan Yolova’nın Altınova ilçesine bağlanmışlardır. Karamürsel ilçesi dahilinde kalan Kafkas göçmeni köyleri şunlardır: Aktepe, Mahmudiye( Karapınar ),

İzmit Sancağı, Karamürsel kazasına iskân edilen Çerkes göçmenleri Kafkas örf ve adetleri meyanında dillerini de korudular.

Çerkeslerin bir arada yaşadıkları göçmen köylerinde Kafkas kültürünü bugünlere dek yaşattılar. Adige Xabze dediğimiz Kafkas örf ve adetlerini uygulayabildikleri gibi, dillerini de muhafaza edebildiler.

 

VI- KAFKAS GÖÇLERİNİN SOSYO-                  KÜLTÜREL, EKONOMİK VE                   SİYASİ ANALİZİ

1)Göç Hareketinin Osmanlı Sosyo-Kültürel Yapısına Katkısı:

            Bilindiği üzere; sosyal yapının en önemli unsuru nüfustur. Tarihi göstergeler nüfusun toplum politikalarından çok toplumsal yapının bir fonksiyonu oluğunu ispatlamaktadır. Genel bir ifade ile Osmanlı ülkelerinin yüzyıllar boyu yetersiz bir nüfus kitlesini barındırdığını söyleyebiliriz.

Kafkasya ve Rumeli’den Anadolu’ya sevk edilen göçmenler, Anadolu’nun etnik ve sosyal yapısında çok önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Böylece Anadolu’daki Müslüman halkın yoğunluğu (ve çoğunluğu da) kuvvetlenmiştir. Gelecek için de  ekonomik ve sosyal ve hatta kültürel bakımdan bu göçlerin önemli yararları olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim, Kafkasya’dan yoğun göçlerin başlamasından hemen sonraki yıllarda, 1867’de yapılan Osmanlı nüfus sayımlarına göre, Osmanlı ülkesinin toplam nüfusu 40 milyon kişiye yükselmiştir. Bu nüfusun 24.3 milyonu Müslümanlar, geriye kalanı da gayrimüslim oluşturuyordu.

Büyük nüfus değişikliklerinin olduğu acılı yıllardan sonra, Anadolu’da yaşayan Müslüman nüfusunda kaydedildiği görülmüştür. XX.yüzyıl başlarında (1914) yapılan nüfus sayımında 12.7 milyon kişi olarak tesbit edilen rakamın yüzde 40 gibi yüksek bir oranın Osmanlı topraklarına göçetmiş yaklaşık 5 milyon Müslüman Kırım, Kafkasya ve Rumeli göçmenleri oluşturmaktadır.

Osmanlı topraklarına yerleşen Kafkas göçmenleri, tıpkı kendi anayutlarında olduğu gibi, kendilerine özgü yerleşim birimleri, sosyal yaşam tarzlarına uygun köyler ve hatta küçük bölgeler oluşturarak geleneklerini korumaya çalıştılar.Kendi köy biçimlerinde akarsu, orman, dağ ve tepelere Kafkasca adlar verdiler, kültürlerini büyük ölçüde yeni yerleşim bölgelerine uydurarak korudular. Geleneksel yaşamlarını ve folklorlarını daha da geliştirerek günümüze ulaşmasını sağladılar.

Kafkasya ve Rumeli’den zorunlu olarak göçe tabi tutulan( sürgün edilen ) Müslüman Kafkaslılar’ın Osmanlı Devleti tarafından Anadolu’nun muhtelif bölgelerine iskan edilmelerini müteakip, üç ile yedi yıl gibi kısa bir sürede yerleştirildikleri köylerde vakıf kurmuşlardır. Güney Marmara bölgesinde Kafkas kökenlilerin Hayri gaye için tesis etmiş oldukları vakıfların 11 adedi Bursa, 3 adedi Balıkesir, birer adedi Çanakkale ( Biga ) ve yalova’dadır.

Kurmuş oldukları vakıfların tamamı Hayri bir gaye ile tesis edilmiş olup, Kafkas göçmenlerinin yüzde 91.59’u para ve yüzde 8.40’ı ise taşınmaz mallar vakfetmiştir.

H.Yüksel’in 119 vakıf üzerinde yapmış olduğu araştırma sonucuna göre; 1880-1914 yılları arasında Anadolu’da tesis edilen sözkonusu hayri vakıfların hizmet alanlarına bakıldığında yüzde 95.79’u( 119’un 75’i ) cami yapımı, mescidlerin camilere dönüştürülmesi, onarılması ve bu camilerde görev yapacak olan personelin maaşları v.s. gibi giderler için tesis edildiklerini ve yüzde 47’sinin de mektep ve medrese gibi eğitim kurumlarının yapımı, eğitim ve öğretim harcamaları için tesis edildiklerini görmekteyiz.

Kafkaslılar’ın Osmanlı kültür yapısına katkılarının  boyutlarını bilmek zor görülmektedir. Fakat iki ya da daha fazla kültür sistemleri birbirleri ile kaşılaştıklarında çok değişik etkileşim içerisine girdikleri gibi burada da Osmanlı kültürü ile Kafkaslı göçmenlerin getirdikleri kültürel değerlerin birbirini etkiledikleri muhakkaktır.

Güney Marmara bölgesindeki Kafkas göçmeni köyler arasında, tamamı Kafkaslı göçmenlerden oluşan köylerde gerçekleşen gelin alma, düğün-dernek v.s. aktivite ve törenlere bakacak olusak; toplumda olabildiğince özgün bir ilişki yaşayan Kafkaslılar’da gelenek ve göreneklere, değerlere kati bir bağlılık söz konusudur. İnsan ilişkilerinde yaratılan bu uyumlu atmosfer, bireylerin topluma ve kendilerine karşı duydukları uyum davranış sorumluluğu ile ilgilidir. Tarhsel süreç içinde oluşmuş ve toplum tarafından benimsenmiş kurallar ve gelenekler Çerkesler( Adigeler ) “ Xabze “ diye adlandırılmaktadır.

Adigeler dışında Kafkasya’nın kuzeyinde Kafkas kültürünü yaşayan diğer halklar ve benimsemiş oldukları kural ve gelenekleri şöyle tanımlamaktadırlar; Dağıstan Bölgesi halkı Adetav; Abhazlar Aleyşae; Asetinler Egdav; Karaçay-Malkar halkı Töre; Waynaklar Jadadas.

Farklı kültüre, siyasi ve sosyal yapıya sahip olan Osmanlı Devleti topraklarında hayatlarını sürdürmek zorunda kalan Kafkaslılar dil bilmemeleri bir yana, Xabze denen kendi gelenek ve kanunlarının burada geçersiz sayılması ve hatta içinde bulundukları toplum içinde yadırganması bir takım uyum zorluklarını beraberinde getirmiştir.

Örneğin, Kafkaslılar’ın iskan edilmeleri sırasında; bir yandan ahali-göçmen çatışmaları, diğer taraftan göçmenlerin mevcut düzene sadakatleri olmakla birlikte, bir kısım Kafkaslılar, Kafkasya’da olduğu gibi kendi beylerinin emirleri doğrultusunda hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Dolayısiyle hükümetce iskan konusunda alınan kararları reddedme yönündeki hareketleri iki tarafın birbiriyle uyum sağlamalarını geciktirmiştir.

Bütün bu ilişkiler zorunlu olarak Kafkaslılar arasında ortak bir “ Muaceret Kültürü”nü meydana getirdi. Nesiller, söz konusu geleneklerin koruyucu şemsiyesi altında zamanımıza kadar geldiler.

Kafkaslılar hayatın doğal akışı içerisinde iskan edildikleri topraklarda kuru bir şekilde yaşamlarını sürdürebilmek için coğrafya ve iklimin gereklerine uyum sağlamaya çalışmışlar, içinde yaşadıkları değişik toplumun düşünce ve duyguların yüceltilmesine de kısmen yardımcı olmuşlar ve kendi yüksek ahlaki özelliklerini korumakla birlikte, içinde bulundukları egemen Türk toplumunun ahlaki özelliklerine de ilgisiz kalmamaya, ona da uymaya ve onunla da etkin olmaya pek doğal olarak ve vicdani bir zorunlulukla yönelmişlerdir.

Şu bir gerçektir ki Kafkaslılar, ne Osmanlı İmparatorluğu döneminde ne de Türkiye Cumhuriyetinde, hiçbir zaman, sefaletin ve çöküşün aracı olmamışlardır, olamazlar da, aksine, iyiliklere ve birlikte yaşama ahlakına rehber olmaları yanında, iskan edildikleri yerleri şenlendirerek çeşitli güzellikler taşımışlardır.

Kafkaslılar; bu ülkenin bölünmez bütünlüğü, esenliği ve mutluluğu için canla başla çalışmış; bu uğurda Anadolu’da, Rumeli’de ve Ortadoğu’da savaşmış ve nice şehitler vermiştir. Türkiye’de demokratik, eşitlikçi, özgür ve barışcı bir ortamın sağlanması ve yaratılması ile, etnik ayrılığa şiddetle karşı çıkarak Türk toplumuna büyük katkılarda bulunmuşlardır. Bulunmaya da devam etmektedirler.

2) Göç hareketinin Osmanlı ekonomisine katkısı:

XIX. yüzyılda dünya ekonomisi hızla gelişirken, Osmanlı ekonomisi ve toplumu bir durgunluk içindeydi. Osmanlı yöneticileri içte ve dışta önemli gelişmelerle karşı karşıya geldiler. Bir yandan XVI. Ve XVII. Yüzyıllardan itibaren kapitalist üretim tarzını benimseyen Batı Avrupa Devletleri iktisadi ve askeri alanlarda büyük bir ilerleme kaydederler. Öte yandan, Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu durum nedeni ile, dışta Rusya ile olan askeri ilişkilerde aleyhte gelişmeler kaydedilmiştir. İmparatorluk dahilinde ise, 1808 de imzalanan Sened-i İttifak ile güçleri doruğa ulaşan taşradaki ayan ve derebeyleri merkezi devletten bağımsız olarak hareket ettiklerinden, merkezi devlet adına topladıkları vergi gelirlerinin büyük bir kısmına el koymalarından dolayı, devletin vergi gelirlerinde önemli ölçüde azalmaya sebep olmuşlardır.

Daha XVIII. yüzyıldan itibaren ve XIX. Yüzyıl boyunca iç ve dış ticaret hayatında önemli rol oynayan Rum, Ermeni ve Yahudi gayrimüslim tebanın yabancı devletler himayesine girerek “ Beratlı Tüccar “ ünvanını almaları şüphesiz, özellikle iç ticaret düzenini büyük ölçüde sarsmıştır. İç ticaret yanında, yabancı devletlere tanınan kapitilasyonlar sayesinde dış ticarette, bu devletlerin Anadolu’daki temsilcileri olan gayrimüslim azınlıkların eline geçmişti.

1838 tarihine kadarki dış ticarette “ Yed-i Vahit “ uygulaması, İngiliz tüccarlarını rahatsız ediyordu. Bu tarihte önce İngilizler’le imzalanan “ Serbest Ticaret Andlaşması “ ile ileri Avrupa ekonomisinin açık pazarı haline gelen İmparatorluk’ta uygulanan serbest ticaret kuralları geçerli olmaya başlamış ve sonunda yüksek faizlerle borçlanan Osmanlı Devleti 93 Harbi öncesinde boçlarını ödeyemez duruma gelmiş ve 1881’de Avrupalı alacakların kurdukları Düyun-u Umumiye İdaresi’nin mali denetimini başına musallat etmiştir.

Bu arada; vergi memurları ve mültezimlerin ağır vergi ve “ gönüllü “ asker toplama nedenleri ile ağır baskılar altında bunalan Müslüman köylülerden birçoğu sonunda dağlara çıkarak eşkiyalığa soyunmuşlardı. Bu şekilde Anadolu’da birçok köy boşalmış, pek çok arazi de kullanılamaz bir hale gelmiştir. Bu durum, İmparatorluğun üretici insan sayısını azaltmıştır. Artık asker toplama, köylere baskın şeklinde olmaktaydı. Öyle köyler vardı ki, içinde genç ve çalışkan kimse kalmamıştı. Köylerdeki halk dağlara koşuyordu. Devlet, kendisini yaşatacak olan askeri ve hazinesini dolduracak önemli dayanağını ( köylüyü ) eritmişti.

Bunun sonunda ziraatla uğraşan nüfus sayısında ortaya çıkan açık; XIX. Yüzyıl boyunca Ruslar tarafından Kırım, Kafkasya ve Rumeli’den zorunlu olarak göçertilen 5.5 milyona yakın Müslüman Türk ve Kafkaslı göçmenlerden yararlanmak suretiyle kapatılmaya çalışılmıştır.

Müslüman Kafkaslı göçmenleri Osmanlı’dan ayrı düşünmeyen Sultan II. Abdülhamid, bunları Rumeli ve özellikle Anadolu topraklarına kabul etmekle Panislamist politikanın güçlenmesi yanında, İmparatorluğun iktisadi kudretinin de arttırılmasını sağlamaya çalışmıştır.

 

Şöyleki;

  1. a) “ İskan-ı Muhacirin Talimatnamesi “ nin 29. Maddesi gereğince yeteri kadar toprak verilmesi.
  2. b) Arazinin dağıtımında “ Arazi Kanunu “ na uygun hareket edilmesi.
  3. c) Verimli yerlerden 70, orta halli yerlerden 100, daha verimsiz yerlerden hane başına 130 dönüme kadar arazi verilmesi.

Kararlaştırılmıştır.

Kafkaslı göçmenlerin Osmanlı Devletinin yapacağı yardım neticesinde üretici duruma geçmesiyle birlikte, bunların devlete vereceği vergiler ile hazine büyük ölçüde gelir kaynağına kavuşması tasarlanmıştır.

Müslüman Türk ve Kafkaslı göçmenler kendilerine tahsis edilen işlenmemiş boş veya bataklık arazileri islah ederek tarıma açmışlardır. Göçmenler sahip oldukları bilgi birikimlerini ve geldikleri topraklardan beraberlerinde getirdikleri kültür bitkilerini zaman içinde, bu topraklar üzerinde tatbik etmek üzere ziraati canlandırmaları yanında, ülke ekonomisine de önemli ölçüde katkılar sağlamışlardır.

Sonuçta; göç hareketinin Osmanlı topraklarındaki ekonomik faaliyetin artışını sağladığı tesbit edilmiştir. Osmanlı ekonomik tarihi incelemelerine göre, göç hareketinin zirve yaptığı 1885-1912 yılları arasında, Osmanlı ülkesindeki genel üretim ve özellikle zirai üretim büyük artış göstermiştir. Bu yıllarda devletin altın stokları ve yatırımları artarken, fiyatlar sabit kalmıştır. Eğitim ve sağlık alanlarında önemli ilerlemeler ve müesseseler oluşmuştur.

 

3) Göç hareketinin Osmanlı siyasi yapısına katkısı:

Osmanlı Devleti büyümeye başladığından itibaren gözünü ve yönünü batıya çevirmiştir. Tuna’yı geçen, Vistul ırmağına ulaşan Türk akıncıları hiçbir zaman Kafkas sınırlarını zorlamamıştır. Fütuhat çağında gaye az emekle, çok kazanmaktı. Bu bakımdan Avrupa’nın hem serveti, ganimet ve haracı daha bol hem de halkı Kafkaslılar’a nazaran daha yumuşak geliyordu.

Fatih Sultan Mehmed ile birlikte, devletin idaresi “Devşirmeler “in eline geçti. Bunun sonunda ve daha sonraki yıllarda devşirmelerin kaç yılda, nereden, ne şartla, ne kadar ve nasıl yapılacağı tespit edildi. Devşirilen erkek çocuklar, orduda ve Enderun mektebinde terbiye edilerek Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve idari üst kademelerine yükselmek imkanlarını elde etmişlerdir. 1299-1922 yılları arasında 623 yıl hüküm sürmüş olan Osmanlı Devleti’nin başına, ayni hanedandan 36 Padişah iktidar sürmesine karşılık, bu dönem zarfında görev yapan Sadrazam yani Başbakan sayısı 235’tir. Bu rakamın 85’i Türk asıllı olup, gerisi devşirme idi.

Eskiden, çeşitli yollarla Kafkasya’dan temin edilen kölelerin sayısı, özellikle XVII. ve XVIII.yüzyıllarda çoğalmıştı. Erkekleri asker, kadınları dadı, kalfa, kahya olarak, kızları da odalık, cariye olarak kullanılıyordu. Kafkaslılar’a daha fazla rağbetin, İöparatorluk inhitata uğradıktan ve artık her taraftan bol bol esir gelmez olduktan sonra, çoğaldığını söyleyebiliriz.

Kafkaslı kölelerin birçoğu yetenekleri ile Osmanlı Devletinin en yüksek kademelerine kadar çıkabiliyorlardı. Hatta bunlardan birçok Sadrazam dahi çıkmıştır. Bunlar Kafkas halkları ile Osmanlı Devleti ve saltanatı arasındaki bağların sıkılaşmasını sağlamışlar ve daha pek çok Kafkaslının hür olarak dahi Osmanlı Devleti’nin dahiline girmelerine yol açmıştır.

Özellikle İmparatorluğun yüksek merkezlerini elde etmeleri sonucu olarak Kafkaslılar’a karşı ayrı bir ilgi duyulmaya başlandı. Hatta, XVIII. yüzyılda Osmanlı ordusunda Kafkaslılar’dan geniş ölçüde faydalanılması ve bu ülkenin ( Kafkasya’nın ) Osmanlılaştırılması dahi düşünülmüştür

XIX. yüzyılda da ordu ve devlet çarkındaki pek çok yüksek görevi Kafkaslılar doldurmuştu. Hatta, II. Mahmud’un ölümünden(1839) sonra, kısa bir süreyle ülke yönetimi Kafkaslı ( Çerkes ) ordu komutanlarının eline geçti.

Mehmed Süreyya Beyin Osmanlı bürokrasisinin bir kütüğü niteliğinde olan “ Sicil-i Osmani “ yahut “ Tezkire-i Meşahir-i Osmani “adlı eserinin incelenmesinde; Osmanlı tarihinde Kafkas kökenli olarak ad bırakmış önemli şahsiyetlerin adedinin 100’ün üzerinde olduğu tesbit edilmiştir.

Kafkaslılar ve özellikle Çerkesler ( Adigeler )’den etkin bir şekilde yararlanılmasının temelleri Sultan Abdülmecid( 1839-1861 ) ve Abdülaziz döneminde( 1861-1876 ) atılmışsa da, Sultan II.Abdülhamid döneminde( 1876-1909 ) güç kazanmıştır. Çerkesler’in devlet siyaseti düzeyindeki görevlere kabul edilmeleri içn siyaset sistematik bir yapı kazandırdı. Dolayısıyle onun yönetiminde Çerkesler’in Osmanlı İmparatorluğu içindeki rolleri önem kazandı. Orduda ve hükümette yüksek görevlerin çoğu Kafkaslıların eline geçti.

Sultan Abdülmecid döneminde İstanbul’da 1841’de kurdukları “ Çerkes Cemiyeti “ sayesinde Kafkasya’da cereyan eden olaylarla yakinen ilgilenmişlerdir. Toplanan yardımlarla silah ve mühimmat yardımında bulunmuşlardır.

Rusların Panislavist harekatına karşılık II.Abdülhamid’in dış politikada uyguladığı Panislamizm fikriyatının Rusya ve Kafkasya çevresindeki Müslüman nüfus içinde sağlamlaştırılmasında Kafkaslılar’dan faydalanılmıştır.

1908’deki güç değişimi öncesinde, Jön Türk teşkilatında yeralmışlar, ittihat düşmanlarını bertaraf etmek amacıyla İttihak ve Terakki içinde büyük yetkiye sahip gizli bir “ Fedai Cemiyeti “ oluşturmuşlardı. Jön Türk darbesinin Türkiye’deki Kuzey Kafkas toplumunun tarihinde “ Altın çağ “ın başlangıcı olarak adlandırılması da boşuna değildir. Bu süre içinde bir dizi sosyal ve siyasal Kuzey Kafkas örgütü kurulmuştur.

Kafkasya ve Türkiye tarihi bakımından önem taşıyan kuruluşlar şunlardır:

1) Çerkes-İttihad ve Teavun Cemiyeti.

2) İstanbul’da Kafkasyalılar Arasında Neşr-i Maarif Cemiyeti.

3) Çerkez Kadınları Teavun Cemiyeti.

4) Kafkas Teali Cemiyeti.

5) Abaza-Çerkes Komitesi.

Tarık Zafer Tunaya’nın da belirttiği gibi;” Çerkeslerin kurduğu her birlik bağımsızlık ya da öz yönetim taraftarı değildi ve sadece İmparatorluk dahilindeki Kafkaslılar’ın ( Çerkesler’in ) refahını iyileştirme amacını güdüyordu.”

İbnülemin Mahmut Kemal İnal,” Son Sadrazamlar “ da Anayasa ile ilgili olarak şöyle diyor: “ Midhat Paşa, anayasaya, İmparatorluktaki her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerini koydurmak istemişse de, bu feci madde, II.Abdülhamid tarafından kaldırılmış ve Türkçe’nin tek resmi dil olduğu zikredilmiştir.”

Rusya tarafından zorunlu göçe tabi tutulan Kafkaslılar taze bir kaynak olarak Osmanlı Devleti yönetimini ihya ettiler. Gerçekten de, II.Abdülhamid’in  “Çerkes politikası”, onun döneminde Kafkaslılar’ın İmparatorluğun en etkili, özellikle de padişaha yakın Müslüman öge olmasıyle kendisini göstermiş oldu. II.Abdülhamid’in “ Çerkes Politikası “nda hedeflenen hususlar şunlardır :

1) Çerkesler’in siyasi-idari etnik olarak dahil edilmesine ve onların İmparatorluk içinde Bakanlık ve yüksek görevlere getirilmelerine yönelik siyaset.

2) Müslüman Kafkaslılar!ın orduda ve jandarmada etkin olarak kullanılması, özel sipahi Çerkes birliklerinin kurulması, Çerkeslere generallik rütbesinin verilmesi politikası.

3) Kafkasya’dan yeni gelen göçmenler çekmeye yönelik düzenlemeler ve Çerkeslerin Ermeni ve Arap vilayetlerine iskan politikasının sürdürülmesi ve ayni zamanda onların egemenlik altına alınmış halkların ayaklanma mücadelelerini ezme işinde ve bu arada gerektiğinde Kürtler’e karşı da etkin kullanılmalar.

4) Dış politikada, Rusya’da Panislamizmin fikirlerinin propakandasının yapılması için Çerkesler’den yararlanılması.

Kafkaslıların, II.Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun idari işlerinde ve iktidar yapısında temsil oranları oldukça yüksekti. Ancak, hem savaşkan özellikleri nedeniyle hem de izlenen “ Çerkes Politikası “ gereği askerlik işleri, asıl etkili oldukları alan olarak kalmıştı.

Osmanlı Devleti döneminde(1299-1922) görev yapan Paşaların toplamı yaklaşık 3000 kadardı. Buna karşılık, yalnız Kafkaslılar’ın Kanuni Sultan Süleyman döneminden( 1520-1566 ) sonraki toplamı ise 400’ü geçmektedir. Bu da bize gösteriyor ki Kafkaslılar üç-üçbuçuk rmilyonluk nüfusları ile ortalama olarak 30 milyona karşı yalnız 400 yılda yedibuçukta bir oranında yüzyılların sayısını göz önünü aldığımızda dörttebir oranında devlet  büyüğü yetiştirmişler, Osmanlı-Türk tarihine canla ve başla, inançlarının, ruhlarının bütün gücü ve içtenlikleriyle hizmet etmişlerdir.

Arsen Avagyan;” Çerkesler “ adlı eserinde şöyle diyor; “ Kafkaslıların Osmanlı sarayında sözlerinin o kadar geçmesinde etkili bir başka özel neden de “ Harem Politikası “ olarak adlandırılan siyasetti.”

Mehmed Eceruh; “Dağlılar(Kafkaslılar) ve Çerkesler(Adigeler) Osmanlıtipini asilleştirerek, canlı bir damarı devlet yönetimine de sokmuşlardı.” Demek süretiyle “ Türk ırkının güzelleştirilmesi süreti ile iyileştirilmesi “ fikrine katılmakta; M.F.Şöenü de “ Osmanlı sosyal yaşamında Çerkes kadınları “ adlı eserinde aynı mealde şöyle yazmaktadır:” Çerkes kızları Türklere uygarlık ve gelişme itibari ile zarar vermemişler, aksine milliyetlerinde güzelliğe, olgunluğa doğru güzel bir değişim getirmişlerdir.”

A.Dubrovin,” Haremler, satın alınmaları temelde Anapa ve Sohum kalelerindeki Türkler yoluyla daha da hareketlenen Çerkes(Adige) kızları ile dolup taşıyordu. Türkiye’ye nakli öyle büyük sayılara ulaşıyordu ki, bazıları Türk neslinin ıslahını Çerkes kadınlarının varlığına bağlar.” diye yazmaktadır.

Paul R.Krause, “ Die Turkei “ adlı eserinde “…yüzyıllardan beri hem Sultan hem de Türk İmparatorluğunun büyüklerinin, Hanlarının yenilenmesi amacıyla eşlerini bu yabancı boyun( Çerkeslerin ) kızlarından seçmeleri gelenek haline gelmişti…” diye belirtmektedir.

Çerkes kadınları, İttihat ve Terakki iktidarının haremlerin dağıtılmasına ilişkin emrine(1909) kadar, Osmanlı haremindeki üstün konumlarını korumuşlardır. Arsen Avagyan’ın tespitine göre, her yıl Çerkezistan’dan Türkiye’ye 4000 kadın ve erkek köle gönderiliyordu.

Çeşitli yollarla Osmanlı ülkesine gelip, devlet idaresini ele geçiren Kafkaslılar meyanında, hareme alınan Kafkaslı cariyelerin de zaman içinde devletin en yüksek mevkilerine çıktıkları görülmüştür.Örneğin;

*Yavuz Sultan Selim’in( 1512-1520 ) eşi Ayşe Hafsa Valide Sultan Kabardey asıllı olup, Kanuni Sultan Süleyman’ın( 1520-1566 ) annesidir.

*Sultan III.Mehmed’in(1566-1603) hanımı Abaza asıllı olup, 1574’de Kafkasya’da doğmuştur. Sultan I.Mustafa’nın( 1617-1623 ) annesidir.

*Sultan III.Amrd’in eşi Emine Mihr-i Şah Kadın, Sultan III.Mustafa’nın( 1757-1774 ) annesidir.

*I.Abdülamid’in ( 1774-1789 ) eşi Ayşe Sine-perves Valide Sultan Çerkes olup, IV.Murad’ın( 1623-1640 ) annesidir. Diğer bir eşi olan Nakşıdil Valide Sultan da Çerkes olup, Sultan II.Mahmud’un ( 1808-1839 ) annesidir.

*Sultan II.Mahmud’un bir eşi Sultan Abdülmecid’in( 1839-1861 ) annesi Bezm-i Alem Valide Sultan, bir eşi Abaza Pertevnihal Valide Sultan ise Abdülaziz’in( 1861-1876 ) annesidir.

*Sultan Abdülmecid’in eşlerinden; Şevkefza Valide Sultan V.Murad’ın(1876) annesi, Tirimüjgan Kadınefendi Sultan II.Abdülhamid’in( 1876-1909 ) annesi, Rahime Perestu Valide Sultan ise, II.Abdülhamid’in analığı, Gülcemal Kadınefendi Sultan V.Mehmed’in( 1909-1918 ) annesi, Gulistu Kadınefendi ise VI.Mehmed’in( 1918-1922 ) annesidir.

*Mahmud Celeleddin Paşa’nın annesi Rahime Perestu Valide Sultandı. II.Abdülhamid ile birlikte sarayda eğitim almış, Türk ordusunda 30 yaşlarında general olacak kadar hızla yükselmişti. Oğlu Prens Sabahaddin( 1878-1948 ) de, Jön Türk hareketinin ideologlarından biriydi.

Sultanların neredeyse tamamının Çerkes kadınlarıyla evlenmeleri ve kendilerini Çerkeslerle çevrelemeleri, bazı tarihçilere göre, iktidarın belli bir istikrara kavuşmasına yol açmıştır.

Dolayısıyla, Kafkaslılar Osmanlı İmparatorluğu döneminde, devletin her kademesinde çeşitli hizmetlerde bulunarak Osmanlı-Türk tarihinde şerefli mevkiler işgal etmişlerdir.

Aynı sadakat ve liyakatle Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa( Atatürk ) önderliğindeki İstiklal Savaşı’nda da milli davayı benimseyerek memleketin kurtulması sürecinde, ihtilalin politik örgütlenmesinde, Kuvayi  Milliye çetelerinin oluşturulmasında ve daha sonraki süreçte çok aktif ve yoğun bir şekilde yer almışlardır. Bu uğurda canlarını ve kanlarını feda etmişlerdir.

Sözlerimi Beyıpa Rıfat Özbey’in “ Kafkas Göçmeni’ne “ adlı şiiri ile bitirirken, beni dinlemek lütfunda bulunduğunuz için hepinize teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

 

KAFKAS    GÖÇMENİ’NE
                Musa Ramazan’a”

Düşünme elbet hür olacak öz yurdun
Tüm duygularınla ömrünce bunu buyurdun
Hür dünyaya kızıl vahşeti bir bir duyurdun
Göçmenim kaderim budur diye durmadın.

Kafkasından uzakta kılmadın kendini uzak
Boşa çıkmıştır sana kurulan her tuzak
Taşıdıkça ecdadının Kafkaslılık ruhunu
Ümitle bekleyebilirsin o istiklal gününü.

İçin için tutuşup yanan o hür gönlün
Sahibi olacak bir gün o kutsal ödülün
İstiklal sancağı dalgalanacak yurdunda
Budur ecdadına verdiğin dağlı sözün.

Lades tutuşmuştur göçmenim kaderinle
Karamsar değildir umutludur geleceğinle
Kafkas denende mahzunlaşan gönlünde
Hürriyeti kucaklıyacaksın tüm göçmenlerle.
Rıfat ÖZBEY”Beyıpa”

Mahmut Bİ

1945 yılında Amman'da doğdu. Kuzey Kafkasya’dan Büyük Çerkes Sürgünü’nde (1864) önce Balkanlar’a, ardından Ürdün’e yerleşen Abzah (Hatko) boyuna mensup (Haluğ-Natko) ailesindedir. İlköğrenimini 1952 yılında Türkiye’ye göç ettikten sonra tamamlayarak, 1970 yılında Ankara Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. Birleşik Kafkasya Konseyi’nin kuruluş çalışmalarına katılan Mahmut Bi; 1994 yılında emekli olduktan sonra Bursa’ya yerleşmiş ve 11 Mayıs 1996 tarihinde Bursa’da kurulan Birleşik Kafkasya Derneği’nin kurucu başkanlığını yapmıştır. Tarihçi Mahmut Bi’nin uzun bir zamandan beri üzerinde çalıştığı “Kafkas Tarihi” adlı eserinin Birinci cildi 2007 yılında Selenge Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Mahmut Bi, 29-9-2017 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:
  • YENİ
Bir Mektup.. Bir Tehdit… Bir İsyan…

Bir Mektup.. Bir Tehdit… Bir İsyan…

Haber Merkezi, 13 Mart 2024
Kalfatlı – Kalafatlı ve Kültürel Kimliği

Kalfatlı – Kalafatlı ve Kültürel Kimliği

Dr. Yaşar KALAFAT, 11 Mart 2024
İnegöl’de Bir Yıldız Söndü

İnegöl’de Bir Yıldız Söndü

Haber Merkezi, 11 Mart 2024
Osman, Atman, Tuman ve Vakanüvislik

Osman, Atman, Tuman ve Vakanüvislik

Ekrem Hayri PEKER, 18 Şubat 2024
Muğla Kalafatları ve Halk İnançları

Muğla Kalafatları ve Halk İnançları

Dr. Yaşar KALAFAT, 11 Şubat 2024
100 Yıllık Bir Lezzet: Hacıbaba Köfte

100 Yıllık Bir Lezzet: Hacıbaba Köfte

Ekrem Hayri PEKER, 11 Şubat 2024