Quantcast
Şefket Günaydın: ‘Dükkânımı Kore Savaşı anılarımı topladığım müzeye dönüştürdüm’ – Belgesel Tarih

Nazmi KARATAŞ
Nazmi  KARATAŞ
Şefket Günaydın: ‘Dükkânımı Kore Savaşı anılarımı topladığım müzeye dönüştürdüm’
  • 30 Mayıs 2021 Pazar
  • +
  • -
  • Nazmi KARATAŞ /

Loading

Bursa Yenişehir Akbıyık Köyü’nde 1929 yılında doğdum. Dedem Bulgaristan’ın Deliorman taraflarından gelmiş, eski pehlivanlardandı. Türkiye’ye güreşmek için gelmiş, beğenmiş, kalmış. Ailem ben küçükken Bursa’ya yerleşmiş, ilkokulu Bursa’da bitirdim. Fakirlik vardı, doğru dürüst iş yoktu. Abim beni bir aşçının yanına çırak verdi. Parası azdı, kısa bir süre sonra oradan ayrıldım, simit satmaya başladım. Okulun bitişiğinde Demirtaş simit fırını vardı. Simitleri oradan alırdım. Simit satmaya başladıktan sonra gözüm açıldı, cebim para görmeye başladı. Simitçilik askere kadar devam etti.

Şefket Günaydın

Acemiliğim Bandırma’daki 50. Alay’a çıktı. Her yönden yel alan, tepelik bir yerdeydi. Ağır makinalı bölüğüne düştüm. O zaman arabalar yoktu, teçhizat katırlarla taşınırdı. Bir katır makinalı tüfeği taşır, arkadan da iki cephane katırı gelirdi. Katırlar çok değerliydi.

Tüfeği ilk orada elime aldım. Atışlarda bölük birincisi oldum. Alaylar arasındaki yarışlarda birinciliği bir puanla kaçırdım. Çavuş kursuna girdim. Ağır makinalı tüfek; namlusu on sekiz kilo, kızağı otuz iki kilo, toplamda elli kiloydu. Kızağının üzerinde doksan derece dönüş yapar, dakikada beş yüz mermi yakardı. Çavuş kursu bitmek üzereyken Kore’ye asker gönderileceği haberi geldi. Havancı ve piyade çavuşu alınacakmış. Önce gönüllüleri yazıyorlardı, yetmezse kuraya kalıyordu. Ağır makinalı çavuşuyum, ama gidip gönüllü yazıldım.

Gönüllü yazılmama aslında bir kız meselesi neden oldu. Mahallemizde bir memur kızı vardı. Ben bu kıza abayı yaktım. Aylarca konuştuk ettik. Askere gitmeden kızı istettim. Babası ağırdan aldı;

“Oğlan askere gidecek. Gitsin gelsin, ondan sonra konuşuruz.”

Konu öylece ortada kalakaldı. Askerdeyken kızdan bir mektup geldi;

‘Beni bir astsubaya veriyorlar.’

Konuyu çavuşuma açtım.

“Cumartesi günü çarşı izninde Bursa’ya gidip gelsem…”

“Yakalanırsan karışmam.”

“Yakalanırsam firarımı verirsin.”

“Tamam.”

Bursa’ya geldim, kızı buldum.

“Ben sana; ‘Beni kaçır!’ diye söylemiştim.”

“Nereye kaçırayım, askerliğim yanar.”

Konuştuk, ama bir orta yolu bulamadık. “Ne yapalım kısmet değilmiş.” dedim, Bandırma’ya döndüm.

Talimgâh bölük komutanı bizim bölük komutanımıza gitmiş.

“Sende Şefket Günaydın var. Havancıymış.”

“Nee? Havancı değil o!”

O konuşmadan sonra talimgâh bölük komutanı bana geldi;

“Eşşek herif! Hani sen havancıydın?”

Havan zaten üç parça; döşeme, namlu, çatal ayak…

“Efendim, havandan bir soru sorun bana.”

“Olmaz öyle şey. Bölük komutanın gitmeni istemiyor.”

Gidemiyorum diye ağladım. Bir hafta geçti, yeni bir haber geldi;

‘Kore’ye bir ağır makinalı tüfek çavuşu isteniyor.’

Koşa koşa talimgâh bölük komutanına gittim. Komutan beni görür görmez emri verdi;

“Yazın bu çavuşu, yeniden ağlamasını istemiyorum.”

Böylece Kore’ye gidecekler arasına yazılmış oldum. Ağır makinalı çavuşu olarak gittim. Keskin nişancıydım. İzine geldiğimde anneme Kore’ye gideceğimi bir türlü söyleyemedim. On beş günlük iznimin son günü cesaretimi toplayıp söylediğimde sırtımı sıvazlayarak; “Oğlum, dayın gitti Çanakkale’de şehit oldu. Sen de git ya şehit ya gazi ol. Ben de şehit, gazi anası olur övünürüm.” demez mi? Kore’ye gönül rahatlığıyla gittim.

«

Bursa’dan İstanbul’a, oradan da Ankara’ya gittik. Ankara Sarıkışla’da yirmi güne yakın kaldık. Hareket etmek için tren istasyonuna doğru giderken yol kenarlarında toplanan Ankaralı kadınlar coşkulu bir şekilde uğurladılar. Sarıkışla’dan istasyona kadar olan arada iğne atsan yere düşmezdi. Trene bindik. Sokaklara taşan insanlar gibi trendeki siviller de bize hediyeler verdiler.

Trenle yola çıktık, hedef İskenderun’du. Adana’nın bir kazasında mola verildi. Aşağı indiğimizde halk bedava gazoz, ayran dağıttı. İskenderun’a ulaştığımızda yaylada çadırlar hazırlanmıştı. Yazlık elbiselerle gitmiştik. On beş güne yakın bir zaman İskenderun’da kaldık.

Biz -mutfakta çalışmak üzere ayrılan seksen kişi- ‘General Langfitt’ adlı Amerikan gemisine bir gün önceden girdik. Süveyş Kanalı’nda sıra bekledik. Tek yönlü hareket edilebiliyordu. Karşıdan gelenler bitince bize yol verdiler. Ortaya bir davul koyulmuştu. Sabah erken kalkan davulu alıyor, güm güm ortalıkta geziyordu. Biri bırakıyor öteki alıyordu. Geminin kaptanı merak etmiş bizim kafile komutanına sormuş;

“Bunların nereye gittiklerinden haberleri yok mu acaba?”

“Hepsinin haberi var. Bizim askerimiz düğüne gider gibi savaşa gider.”

Gemide beni fırıncıların başına çavuş olarak verdiler.  Kaçanlar, kaytaranlar olurdu. Kaytaranları etraftan toplar gelirdim. Bulamadıklarımı da anons ettirirdim.

Yemekhane girişinde bir sayaç vardı. Kaç kişinin yemeğe geldiğini sayardı. Tabaklar ray üstünde dizilir, yemekler sırayla konur, masada yenilirdi. Çıkış yeri ayrıydı. İki üç tane varil vardı. Yemek artıklarını döktükten sonra tabaklar yine raya bırakılır, yıkanıp buharlandıktan sonra tekrar başlangıç noktasına giderdi. Gemimiz Hindistan’ın Kolombiya (Columbia) şehrinde durup su dolumu yaptı. Limanda bir gün kaldık, ama bizi indirmediler.

Yolculuğumuz yirmi dokuz gün sürdü. Pusan Limanı’na ulaştığımızda su çekilmiş, iskele meydanda kalmıştı. Gel-git olayına denk gelmişiz. Bizi çıkarma gemileriyle kıyıya çıkardılar.

Gemiden indik, benim fırıncılık bitti. Eski püskü bir trenle bir vakit gittik. Akşamüstü cemselere bindik. Gittiğimiz yerde mısır patlar gibi top sesleri duyuluyordu.

Keskin nişancı olduğumdan beni keşif takımına verdiler. O akşam çadırlarda yattık. Benim takımda İzmirli İhsan vardı. Sabah kalktığımda baktım, bir yere oturmuş elleriyle kafasına vuruyordu.

“İhsan ne yapıyon?”

“Ulan ne kafa benimkisi, İzmir’in içinde paşa paşa askerlik yapmak varken ne arıyorum ben burda? Ah kafa ah!”

Akşamüstü bizi Amerikan silahlarını kullanma eğitimine aldılar. Eğitimi tamamladıktan sonraki gün de cepheye gönderdiler. Hava soğuktu, ama kar yoktu. İklimi buraya çok benziyor. Yel çok estiği için kar lapa lapa değil, bulgurcuk gibiydi. Yelle birlikte saçma gibi geliyordu insanın yüzüne. Cepheye alışmak on beş gün sürdü.

İrtibat hendekleri vardı, bazı arkadaşlar tel gerip boş kovanları bağlarlardı. Casus falan gelecek olursa tıngırtı yapsın, uyandırsın diye yapılmıştı. Bazen ortalığa atılan kumanya kutularını tarla fareleri gelip tıngırdatıyordu. Sesi duyan silahına davranıyor birkaç mermi yakıyordu.

On ay kadar keşif takımında bulundum. Bir arazi alınacak olduğunda havanlar, toplar döver; keşif takımları girer tarardı. Piyadeler ondan sonra gelirdi. Bir şehre veya köye girilecekse ilk peşin keşif takımları tarar, raporunu verirdi. Ben takım çavuşuydum, ama keşife çıkarken bir teğmen, bir başçavuş ile birlikte giderdik.

Bir yere gittik. Kar yağmıştı, ufak bir dere vardı. O dereden geçip yukarı çıktık. Dağlık arazide dize yakın kar vardı. Yakından cemseler gidiyordu. Teğmen; “Burada ne arıyor bu cemseler?” diye sordu. Sormasıyla durumu anlaması bir oldu. “Eyvah çocuklar! Aynı izlerden geri dönelim, biz düşmanın içine girmişiz.”

Bize o ana kadar hiç düşman mevzileri denk gelmemişti. Aşağı inerken o karda, soğukta kan ter içinde kaldık, teğmenin bile paçaları sökülmüştü.

Yolumuzun üstünde bir evde duman tütüyordu. Onların evleri de bizim Karadeniz Bölgesi’ndeki gibi dağınık bir şekildeydi; üç ev burada, iki ev ötede… Teğmen başçavuşa emir verdi;

“Al ordan beş altı kişi, siz bizi koruma altına alın, bir gidip bakalım.”

Başçavuş aynı emri bana verdi. Duymaz diye ben de Kadir Çavuş’a söyledim. Başçavuş seslendi;

“Günaydııın, Günaydıın!”

Şefket demez, soyadımla seslenirdi. Duman tüten eve gittik. İki kadın, iki çocuk vardı. Çok miktarda yemek hazırladıkları dikkatimizi çekti. Evi adamakıllı taradık, kimseyi bulamadık. Dışarıda da ayak izi yoktu. Herhalde evin içinde mahzen gibi bir şey vardı. Geri dönmeye karar verdik. Başçavuş tembihledi bizi;

“Sakın teğmene söylemeyin. ‘Kimse yoktu.’ deyin, uğraştırmasın bizi buralarda.”

Daha fazla kurcalamadan geri döndük. Tekmili verdik;

“Ateş yanıyordu, ama gitmişler. Kimse yoktu.”

İleri karakolun bozulduğunu bildirdiler, bizi gönderdiler. Bizden öncekiler mevzilere yerleşmişler. Biz tam mevziye girerken çatışma koptu. Süngü, tüfek, dipçik… boğuşma oldu. Bizden açık arazide iki yaralı kaldı. Teğmen komut verdi;

“Hadi arkadaşlar iki kişi fırlasın da şunları alalım. Bizi ateşinizle koruyun.”

Kimseden ses çıkmadı. Teğmen fırladı, birini kaptı aldı getirdi. İkinciyi de aldı getirdi. Hiçbirimiz yüzüne bakamadık.

Telefon geldi. Açtım, üsteğmen telefondaydı;

“Yedinci bölükle irtibat kesilmiş. Birkaç kişiyi al, hemen gidin.”

Yağmur gibi havan yağıyordu. Biz pusmuşuz, kıpırdayamıyoruz.

“Komutanım, nasıl gideriz?”

“Bu bir emirdir. Bana da öyle emredildi.”

Altı kişiydik.

“Hadi arkadaşlar, çıkalım.”

Yata kalka bayıra kadar gittik. Baktım olacak gibi değil.

“Herkes korunaklı bir yere girsin, kendimizi koruyalım.”

Yarım saat kadar bekledik, ateş biraz hafifledi. Gittik yedinci bölüğe raporumuzu aldık. Getirdik, üsteğmene verdik. Bizim mevzinin kapısının tam ağzına bir top mermisi düşmüş. İçerisi hallaç pamuğu gibi olmuş. Kalsak hepimiz gidecekmişiz. Üsteğmene gidip söyledim. Geldi, baktı baktı.

“Oğlum, sizi oraya Allah göndertti. Ben vesile oldum.”

Giderken çok kızmıştık üsteğmene…

Bölükler esir aldığı zaman biz gider tugaya götürülmek üzere teslim alırdık. “Yedinci bölükte esir var, gel al.” dediler. İki kişi gittik. Baktım mevzinin içinde ekmek yiyorlar. Biz de acıkmıştık, “Buyrun.” dediler, sokulduk birlikte yemeye başladık. Esir bağlı bir şekilde yerde yatıyordu. Bir iki lokma aldım, esirle göz göze geldim. Adam bizi yiyecek gibi bakıyordu.

“Yahu şunu çözelim, birkaç lokma bir şey verelim. Baksanıza adam bizi yiyecek neredeyse.”

Çözdüler, ekmeği verdiler eline. Neresinden ısıracağını şaşırdı. Ekmeği bitirdi, hemen uzattı ellerini, bağlayın diye. “Bağlamayın. Öyle götürürüz biz.” dedim. Götürdük, Tugaya teslim ettik. Dönerken komutan; “Ne yaptınız bu adama?” diye bağırmaz mı?

“Bir şey yapmadık komutanım?!”

“Yapmışınız, yapmışınız.”

‘Eyvah, bu adam şimdi bir iki tokat patlatır mı?’ diye düşünürken yanıma geldi, sırtımı sıvazladı.

“Aferin oğlum. En iyisini yapmışsınız, bize de bu yakışır.”

“?!”

“Tercüman anlattı; ‘Ben bu adamlara kurşun sıktım, bunlar bana ekmek verdiler.’ demiş. Aferin çok iyi yapmışsınız.”

O zaman rahatladım.

Keşif takımı olarak cephede üç dört ay durduktan sonra cephe gerisinde on beş günlük üst baş değişim izni veriliyordu. O arada taburun emniyetini biz sağlıyorduk. Tabura izinsiz giriş çıkış yasaktı. Subaylar bile izinsiz çıkamazlardı.

Çadırlar su kenarına kurulmuştu. Biz etraftan gelen casusları kolluyorduk. Biz gelen casuslara sokulamadan kaçıyorlardı. Tam siper yapmasını çok iyi biliyorlardı. Çalılık arazide önünden kaçarken birden kaybolurlar, dibinden geçer göremezdik. Kovaladık onları, dönüşte arkadaşlardan biri seslendi;

“Çavuşum, ağacın üstünde biri var.”

Ağaca epey uzaktık. Baktım, hakikaten ağacın üstüne biri tünemiş bizi gözetliyor. Ağaca dikkatli bakmak o zamana kadar kimsenin aklına gelmemişti.

“Ulan, demek bu haber veriyormuş.”

Adam bizim onu gördüğümüzü anladı, hemen ağaçtan atladı. Suya girdi, havaya birkaç el ateş ettim. Hepimizde yakın mesafe silahı, otuz mermi alan Sten vardı. İstesem indirirdim. Adam arkasına bile bakmadan kaçtı. İki gün sonra yakaladık, götürdük komutana teslim ettik. Komutan bana;

“Sen bunu iki gün önce kaçırmışsın.”

“Komutanım, tamam kaçırdık, ama ben havaya ateş ettim. İstesem indirirdim onu. Acaba durur mu diye birkaç el attım, adam arkasına bile bakmadı.”

Adama neden kaçtığını sordular;

“Orası Türk birliğiydi. Türklerin arkadan adam vurmayacağını öğrendik. Vurulmayacağımı bildiğim için kaçtım.”

Bir köye girdik. Harabe olan bir eve başımızdaki binbaşı girdi, başını elleri arasına alıp hemen çıktı.

“Hayrola binbaşım!”

Bir şey söyleyemedi. Ömer Başçavuş da girmişti. “Siz girmeyin.” dedi. Sonradan sordum;

“Başçavuşum, ne vardı o evde?”

“Anası babası öldürülmüş, çocuk sağ kalmış, uzanmış anasının memesini emmeye çalışıyordu. Nasıl bir vicdansızlıktır.”

Beni on aydan sonra tabur gözetlemesine verdiler. Hemen harita kursuna gönderdiler. Birisi değse ağlayacak durumdaydım. Kendi kendime; “Yav, ben ilkokul mezunuyum, ne anlarım haritadan?!” diye düşünmüştüm. Öğrendikten sonra basit geldi, nereden bileceksin?  On kişiydik. Topçu gözetlemesi göremediği yerleri bize sorardı; “Şu koordinata attık. Hedefi buluyor mu?” Aşağı yukarı dört beş ay da gözetlemede kaldım.

Arada moral izni verdiler. Bana on beş günlük Japonya tatili çıktı. Tokyo’ya götürdüler. Her şey vardı, ağzımız açık geziyorduk. İnzibatlar vızır vızır geziyordu. Elini kaldırdığında seni alıp kampa götürüyordu. Çok büyük yerdi, ama kaybolmak yoktu. Bir film makinası, bir fotoğraf makinası, künye, incik boncuk aldım.

Bizden sonra bir kafile daha gitti. Bizim asker gittiği yerde doğru durmuyordu. Ben gitmedim gerçi ama anlatılanlardan biliyorum; Japon hamamlarında müşterileri kadınlar yıkıyormuş, bizimkiler pek rahat durmamışlar. Ondan sonra yasakladılar Japonya’ya gidişi.

Bizim Tugay Komutanı Tahsin Yazıcı gitti yerine General Namık Argüç geldi. Biraz kısa boylu, dolguncana bir adamdı. Mermi şeridi üstünde, tabancası sol göğüs cebinde dururdu. Konuşmak için arabanın üstüne çıktı, yerde dursa göremezdik.  Asker etrafını çevirdi.

“Ben adamı asarım, ben adamı keserim…”

‘Deli mi ne bu adam?’ diye düşündük. Hakikaten dediği gibi varmış. Olmayacak yerlerinden kendini vuranlar oluyordu. Daha önceden subayların, erlerin etraf köylere kaçtığını duymuş. Subay olsun, er olsun yolda gördüğüne soruyordu.

“Nereye gidiyorsun?”

“Kimden izin aldın?”

Erler köylere baskın yapıp kadınlara kızlara sarkıntılık ediyorlarmış. Hepsini temizledi. Vızır vızır yollarda gezerdi. Disiplinli bir adamdı. Bize çok güzel bir uğurlama töreni düzenledi.

“Evlatlarım, Türkiye’yi, Türkleri dünyanın öbür ucunda tanıttınız. Sizlere teşekkür ederim.”

Nerede kaldı o mezarı düzleyen adam… Disiplin cezası alanlar, gemide bile mahkûm olarak işlem gördüler ve öyle geldiler.

«

Kore’den dönüşü Cicibello [1] gemisiyle yaptık. Dönüşte mutfakta falan görevli değildim. Serbesttim, ama giderkenki neşemiz yoktu. Kaybettiğimiz arkadaşlar moral bırakmamıştı. Süt dökmüş kediler gibiydik. Sessizliiik… Nerede o giderkenki gülüş cümbüş, davullar zurnalar… Sessiz sedasız geldik, İzmir’e indik. İner inmez, herkes lokantaya girdi ne seviyorsa, neyi özlediyse ısmarladı. Ben patlıcan karnıyarığı çok seviyordum. Ismarladım, yedim, ama tatsız tuzsuz geldi. Kore’deki yemekler tatlımsı oluyordu, alışmışız.

Abim İzmir’e beni karşılamaya gelmiş, buluşamadık. Ben ondan önce geldim Bursa’ya. Ege arabaları Ulucami’nin yanında dururdu. Annem komşuyla birlikte gelmiş. Annem; “Yok mu acep Şefket?” diye diye gezinirken beni inerken komşu görmüş.

“Bu Şefket değil mi?”

Sarmaş dolaş olduk. Ertesi gün kurban kesildi. Geldiğimin üçüncü günüydü, Altıparmak’ta yazlık sinema vardı, arkadaşlar; “Sinemaya gidelim.” dediler. Hep beraber gittik. Ben bakamadım sinemaya. Gece karanlığına alışmışız, sinemanın ışığı gözlerimi aldı. Arkamı döndüm oturdum, arkadaşların çıkmasını bekledim.  (…)

Epey zaman geçti savaş psikolojisi devam etti. Gece uyurken savaşa devam ediyordum. Rüyamda “Ya hak!” diye bağırıp divanın altına girermişim. Benim oğlan epey büyümüştü. Annesi; “Oğlum, baban yine kendini savaşta sanıyor. Girdi divanın altına.” demiş.

Oğlum geldi;

“Baba, savaş bitti. Çık artık.”(…)

 Devlet bize gazilik beratını yetmişli yıllarda verdi. Atatürk İstiklal Savaşı gazilerine o yoklukta az da olsa bir maaş bağlatmış. Gaziler Derneği’nin çalışmaları ısrarlı takibi sonrasında bizlere de gazi maaşı bağlandı, ama ikiye ayırdılar; sosyal güvencesi olanlar ve olmayanlar… Benim gibi zamanında çalışıp sosyal güvence sahibi olanlar şu anda asgari ücretin yarısından az fazla, olmayanlar asgari ücret alıyorlar. Ayrım yapıldı, oysa savaşa aynı ortamlarda girdik. (…)

Yüz elli altı rakımlı tepede hızı kesilmiş bir kurşunun kabadan girip kemikte kalması sonucu sol ayağımdan yaralanmıştım. Orada tedavi görmüş, bir hafta sonra beni yine cepheye göndermiştiler. Kırk yaşımı geçtiğimde sol ayağımda bir ağrı belirdi. Askeri hastanede üç ay tedavi gördüm. Işın tedavisi, fizik, şu bu… Oradaki doktorlardan biri; “Sıcak kumu dene.” dedi.

Yaz ayları sekiz yıl boyunca Kurşunlu’da çadır kurdum. Üç dört ay iyi geliyor sonra yine başlıyordu. 1979’da emekli olduktan sonra hanıma; “Nasıl olsa emekli oldum. Kurşunlu’dan bir yer alalım, yerleşelim.” dedim. Tek katlı bir ev yaptım. Üstüne kumu yayıp ayağımı gömüyordum. İki yılın sonunda ayağımda hiçbir şey kalmadı. Halen çok gezerim.

Evimin yanında dükkânım vardı. Sonradan Kore Savaşı anılarımı topladığım müzeye dönüştürdüm. Oradan buradan topladıklarım, Japonya’dan aldığım fotoğraf makinasıyla Kore’de çektiğim fotoğrafları sergiliyorum müzemde. Elliye yakın çerçevem var. (…)[2]

 

Anahtar Kelimeler: Kore Savaşı, Kutup Yıldızı, Şefket Günaydın

[1] USS General C. C. Ballou (AP-157)

[2]  Bu yazı Nazmi Karataş’ın ‘Kutup Yıldızı, Ekin Yayınevi, Şubat 2018’ adlı kitabından belgeseltarih.com takipçileri için kendisince derlenmiştir.

Nazmi KARATAŞ

Elmalı (Biga/Çanakkale) Köyü’nde doğdu. Öğreniminin ilk üç yılını köyünde; kalan kısmını Biga’da tamamladı. Uludağ Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümünden 1989 yılında mezun oldu. Özel sektörde Elektronik Mühendisi olarak 30 yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. İş yaşamını Kalite, İSG, Çevre ve Enerji konularında yarı zamanlı danışmanlık yaparak sürdürmektedir. Evli ve bir çocuk babasıdır. Yakın tarihle ilgili bilgi, belge toplamak, yakın tarihi bizzat yaşayanlarla söyleşiler yapmak, notlar tutmak ilgi alanlarından biridir. "Nadir Öğretmen", "Evcek Selamlar", "Kobilyane Panayırı", "Bozkır Bilgeleri", "Tuz Kokmuşsa", "Kutup Yıldızı", "İsmet Çakan" ve "Abidin Balcı" adlı yapıtları yayınlandı. Eposta: [email protected] - [email protected]

FACEBOOK - YORUM YAZ

Sosyal Medyada Paylaşın:

BU MAKALELER İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR!

  • YENİ
Tekrarsız Süslemeler

Tekrarsız Süslemeler

Prof. Dr. Hilmi ÖZDEN, 3 Aralık 2024
Sistematik Hatalar Bahçesi

Sistematik Hatalar Bahçesi

Ekrem Hayri PEKER, 3 Aralık 2024
Merdiven

Merdiven

Haber Merkezi, 21 Kasım 2024
“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

“Heykeli Dikilecek Adam”: Kemal Akkoç

Ekrem Hayri PEKER, 20 Kasım 2024
Türkülerde Felek

Türkülerde Felek

Dr. Halil ATILGAN, 19 Kasım 2024
Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Yenişehirli Deli Gazi Hüseyin Paşa

Atilla SAĞIM, 17 Kasım 2024